Saturday, December 29, 2012

KÂBUSU DİLEYEN ADAM


 

Zifiri karanlık… Tıksız sessizlik… Kesif ölüm kokusu… Uyandığında bir tabutun içinde uzanmış haldeydi. Bilinci yerine gelir gelmez, tüm gücüyle ve büyük bir telaşla tabutun kapağını içeriden ittirdi. Beceremedi. Üzerindeki toprak kaskatı bir duvar oluşturmuştu. Kapağı oynatmak bile imkânsızdı. Korkuyla sağı solu yumruklamaya, ayaklarıyla tahtayı tekmelemeye, tepinip çırpınmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu. Sonra düşündü, aklına bir film geldi. “Tabuttaki havayı bağırarak tüketmeyeyim.” dedi. Durdu. Durunca, hareketsizlik onun daha çok paniğe kapılmasına neden oldu. Sıkışmışlık hissi, bir astım hastasıymış gibi, nefes alıp vermesini engelliyordu. Göğsünde bir ağırlık oluştu. Kısık kısık, zorla nefes alıp vermeye başladı. “Öleceğim!” dedi kendi kendine, “Ölmek istemiyorum!”

Biraz bekledi. Sonra dayanamayıp, “İmdat!” diye haykırdı, “İmdatttt!” dedi. “Selvi, kızım! Orada, yukarıda olduğunu biliyorum. Her gün annenin mezarı başından ayrılmazsın. Annenin ölümüne sebep olduğum için bana kızgınsın. Biliyorum! Ama lütfen bana yardım et, lütfen! Bir daha sana elimi kaldırmayacağım, söz veriyorum. Haydi, dışarı çıkar kızım beni!” Umutsuzca bir cevap bekledi ama nafile…

İki yıl önce ölümüne sebep olduğu rahmetli karısı geldi aklına. Evlendikleri günden itibaren, bir gün olsun gün yüzü göstermemişti kadıncağıza. Hatta hamilelik döneminde bile dövmüştü onu da, bu sebeple kızı Selvi bacağından sakat olarak doğmuştu. Ondan sonra da Allah onu cezalandırmış, başka bir çocuk daha vermemişti İrfan Efendi’ye. Bunların dışında bir şey hatırlamaya çalıştı, kendine dair, fakat hafızası neredeyse tamamen silinmişti. Sabah-akşam dövdüğü karısının çaresizlik dolu mor bakışlarıydı zihninde kalan. Darbelerden korunabilmek için, başını sakındırdığı çelimsiz kolları… Üzerine kan sıçramış yırtık pırtık gömleği… Kırık dişlerini ardında gizleyen ince dudaklarından çıkardığı iniltiler… Ardından biricik kızının kızgın yüzü… Kızgın bakışlarının dışında nasıl da annesine benzerdi. Birden Selvi’nin sesini sanki kulağının dibinde duydu:

“Seni hiç affetmeyeceğim baba! Hiç…”

“İmdaatttt!” diye bağırdı tekrar, umutsuzca. Aklını buradan çıkmaya vermeliydi. Düşüncelerini kontrol etmeli, kendini bu durumdan kurtarmanın bir yolunu bulmalıydı. Bir yol olmalıydı. Kim kapatmıştı, onu oraya? Yoksa bu bir kâbus muydu? “Evet, evet öyle olmalı.” dedi kendi kendine. “Bu bir kâbus ve ben birazdan uyanacağım.” Hâlâ tabutta nefes alabilmesi buna işaret olabilirdi. Kendi kendini uyandırmaya çalıştı. Fakat, uyanamadı.

O böyle boşa çabalarken, tabut giderek daralmaya başladı. Tabut küçüldükçe kendi bedeni büyüdü. Yavaş yavaş, dehşet verici bir basınç altında ezilmeye başladı. Her hücresi acıyla titredi sanki. Kemikleri iç içe geçiyormuş gibiydi. Çığlık bile atabilecek durumda değildi. Çaresizdi. Derken, bir boşluk… Karanlık bir holden geçer gibi oldu. Zifiri karanlık, yerini alacakaranlığa bıraktı. Etrafına bakındı, sanki aynı tabutun içinde bir çakıl taşı kadar küçücük kalmıştı. Artık, devasa bir tahta kutunun içinde dimdik ayakta durabiliyordu. Birden acı soğuğu hissetti, soğuk iliklerine kadar işledi. Titredi. Ama bunun nedeni daha ziyade korkuydu. Şimdiye kadar belki de hiç hissetmediği korku, ona kendini bir böcek kadar güçsüz hissettiriyordu.

“Bitsin bu kâbus!” diye bağırdı. Sanki sesine cevap gibi, karşıdan ince bir ışık sızdı. Eliyle gözlerini siper edip, ışığa doğru koştu. Fakat ne kadar hızlı koşsa da, aslında yerinde sayıyordu. Birden ışığın içinden çıkan, yanına doğru gelen iki kişiyi gördü. Ne kadar korksa yeriydi. Çünkü bu iki kişi, tabutunun yüksekliği kadar uzundu. Ufalmış minik bedeni nedeniyle, onları dev olarak görüyordu. Devlerin yüzünü ışık sebebiyle seçemedi. Dizleri titredi. Yere çöktü.

Güm… Güm… Güm…

Devlerin ayak sesleri yaklaştıkça, İrfan Efendi manevi olarak tamamen çöktü. Neredeydi karısını ve kızını döverken ortaya çıkan o güçlü, cesur ve sözüm ona gözü kara İrfan? Pıstı…

İki güçlü dev, İrfan Efendi’nin yanına kadar gelip, tepesinde dikildiler. İrfan Efendi, ayağa kalksa bile onların ayak bileğine gelemeyecek kadar küçülmüştü.

Kızının sesini duydu:

“Babacığım ne olur? Bize acı!”

Devlerden birinin sesi, kızının sesini takip etti:

“Rabbin kimdir?”

İrfan Efendi, soruyu bir an algılayamadı. Başını kaldırıp soruyu sorana baktı. Karşısında çatık kaşlar, çatık kaşların altında delici bakışlar, bakışları tamamlayan keskin hatlı bir burun, sivri çenesiyle burunun arasında ince dudaklar vardı. Bu yüzde hiçbir duygu kırıntısı göremedi. Bu duygusuzluk onu korkuttu. Sorulan sorunun cevabını bile düşünmüyordu o anda.

Diğeri sordu:

“Nebin kim?”

Bu sorular bir yerden tanıdık mı geliyordu ne? Bu nasıl bir rüyaydı? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Dudaklarını aralayıp konuşamıyordu. Derken sol yanında çirkin bir varlık belirdi. Hilkat garibesi gibi, eciş bücüş yüzünde gözü nerede, ağzı nerede belli değildi. Dehşete kapıldı. Korktu, ancak felç geçirmiş gibiydi artık. Ne hareket edebiliyor ne de konuşabiliyordu. Onun yerine bu korkunç varlık konuştu:

“Onun inancı, paranın gücü; yol göstericisi, şeytandır!”

İtiraz etmesi gerektiğini biliyordu ancak, ne cevap vermesi gerektiğini unutmuştu. Çaresizce iki deve bakmaya devam etti. Onların duygusuz yüzleri bile, bu yeni varlığın yanında çok sempatik geldi gözüne. Birden ağlamaya başladı, ama gözyaşları akmıyordu. Elleriyle yüzünü kapatmak istiyordu ancak hiçbir organı ona itaat etmiyordu. Birden sağ yanında bembeyaz giyinmiş, genç ve yakışıklı biri belirdi. Bu yeni genci gördüğünde içi biraz rahatladı.

“Ama hayattayken namaz kılıyordu.” dedi bu genç.

Korkunç varlık araya girdi:

“Kuran’da gösteriş için namaz kılanlar hakkındaki hükmü hepimiz biliyoruz.” dedi. “Bırak Münker ve Nekir işlerini yapsınlar.” diye eklemeyi ihmâl etmedi.

Beyaz giyinmiş genç utanarak başını yere eğdi. İrfan Efendi’ye gelince, Münker ve Nekir isimlerini nereden duyduğunu hatırlamaya çalıştı, bulamadı.

Korkunç varlık:

“Eğer bu soruların cevaplarını dünyada bulabilmiş olsaydı, şu an onu hiçbirimiz susturamazdık. Bakın hiçbir şey hatırlamıyor bile… Çünkü o dinini kalben, ihlâsla yaşamadı ki… Müslüman olarak ölmedi. O benim payım!” diye bağırdı beyazlı gence doğru.

Münker ve Nekir araya girdiler, beyazlı gence doğru dönüp:

“Sen yalan söyleyemezsin namazını kılarken, gösteriş için mi kılıyordu yoksa ibadet için mi?” diye sordular.

Felç geçirmişçesine hareketsiz kalan İrfan Efendi, ‘Ne olur, yalan söyle’ der gibi baktı.

Beyazlı genç başını kaldırıp:

“En doğrusunu Allah bilir.” dedi.

Nekir bunun üzerine tekrar sordu:

“Rabbin kim? Nebin kim?”

İrfan Efendi ne diyeceğini bilemiyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordu.

“Gerçek inancı olmayan hiç kimse, burada bu sorunun cevabını hatırlayamaz!”

Bunları söyledikten sonra, korkunç varlık, elinde bir defter evirip çevirmeye başladı. Defter o kadar kabarıktı ki… O çirkin şey bile hangi sayfadan başlaması gerektiğini bilemedi. İrfan Efendi hemen genç ve güzel delikanlıya döndü. Bir umut ışığıydı onun yüzünde aradığı. Oysaki genç, sadece elindeki incecik kitaba bakıyordu.

Münker:

“Karını ve kızını çağırıyoruz. Şahitlerine ihtiyacımız var.” dedi.

Işıklı kapı tekrar açıldı. Sağ yanındaki genç kadar bembeyaz giyinmiş karısı ve kızı yanlarına geldiler. Yüzleri huzurlu bakışları yumuşaktı. İrfan Efendi ilk kez gözlerinden boncuk boncuk yaşları akıtabildi. Onlara sarılmak, onlarla birlikte yuvalarına dönmek ve bu sefer mutlu mesut yaşamak istiyordu. Ancak artık çok geçti.

Nekir:

“Burada kimse yalan söyleyemez. Birazdan duydukların onların hak sözleridir. Hazırlıklı ol!” dedi.

İrfan Efendi boynunu büktü. Kulaklarını dört açıp, sözü ilk alan karısını dinledi:

“O benim kocamdır. Beni dövmüş olsa da, hayatımı zindan etmişse de, canıma kıydıysa da ben onu affediyorum. Kader böyleymiş.” dedi.

Bir anda İrfan Efendi’nin içini huzur kapladı. Gözlerinin içi güler gibi oldu. Üzerindeki hayali cendere sanki gevşedi. Bir an kasları açıldı. Sonra sözü Selvi kızı aldı. Bakışları yumuşak, sesli bir melek gibi tatlıydı ama söyledikleri… Ah o söyledikleri yok muydu?...

“Bu adam, benim babamdır. Annemin katilidir. Dünyada bir bacağımın sakat kalmasının sebebidir. Ailemizin mutsuzluğunun nedenidir. Annemle beni Allah’tan korkmamacasına döverdi. Hiç acıması yoktu. İnsafa gelmezdi. Yalvarmalarımı dinlemezdi. Hayatım boyunca aynı sözü tekrar ettim. Şimdi burada yine tekrar ediyorum: Ben bu adamı affetmiyorum. Bana yaptıkları için değil, anneme yaptıkları için affetmiyorum!”

İrfan Efendi için zaman bir an durmuş gibi geldi. Geçmişe dair, sadece bu iki kadına yaptıklarını hatırlıyordu. Evet, kızı haklıydı. Bütün bu söylediklerini onlara yapmıştı. İçindeki şiddeti yıllarca hep o ikisine kusmuştu. Şimdi ise başına ne gelecekse bu yüzden gelecekti.

Münker üçüncü ve son kez tekrar sordu:

“Rabbin kim? Nebin kim?”

O esnada kızının gerçek hayattaki yalvarmalarını duydu zihninin içinde:

“Allah, Muhammed aşkına yapma baba! Vurma baba!”

Cevap bu cümlenin içinde bir yerde gizliydi. Ama nerede?

Hala son bir umutla, “Umarım bu bir kâbustur. Ben ölmedim. Ölmüş olamam.” diyordu içinden. Ondan bir ses gelmeyince, Münker, Nekir, güzel yüzlü genç, Selvi ve annesi içeri süzülen ışığa doğru yürüyüp, kayboldular. Korkunç ve çirkin yaratıkla İrfan Efendi’yi kıyamete kadar orada baş başa bırakıp çok çok uzaklara gittiler.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Hikâye Atölyesi, 28.12.2012)