Zifiri karanlık… Tıksız sessizlik… Kesif
ölüm kokusu… Uyandığında bir tabutun içinde uzanmış haldeydi. Bilinci yerine
gelir gelmez, tüm gücüyle ve büyük bir telaşla tabutun kapağını içeriden
ittirdi. Beceremedi. Üzerindeki toprak kaskatı bir duvar oluşturmuştu. Kapağı
oynatmak bile imkânsızdı. Korkuyla sağı solu yumruklamaya, ayaklarıyla tahtayı
tekmelemeye, tepinip çırpınmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu. Sonra
düşündü, aklına bir film geldi. “Tabuttaki havayı bağırarak tüketmeyeyim.” dedi.
Durdu. Durunca, hareketsizlik onun daha çok paniğe kapılmasına neden oldu.
Sıkışmışlık hissi, bir astım hastasıymış gibi, nefes alıp vermesini
engelliyordu. Göğsünde bir ağırlık oluştu. Kısık kısık, zorla nefes alıp
vermeye başladı. “Öleceğim!” dedi kendi kendine, “Ölmek istemiyorum!”
Biraz bekledi. Sonra dayanamayıp,
“İmdat!” diye haykırdı, “İmdatttt!” dedi. “Selvi, kızım! Orada, yukarıda
olduğunu biliyorum. Her gün annenin mezarı başından ayrılmazsın. Annenin
ölümüne sebep olduğum için bana kızgınsın. Biliyorum! Ama lütfen bana yardım
et, lütfen! Bir daha sana elimi kaldırmayacağım, söz veriyorum. Haydi, dışarı
çıkar kızım beni!” Umutsuzca bir cevap bekledi ama nafile…
İki yıl önce ölümüne sebep olduğu
rahmetli karısı geldi aklına. Evlendikleri günden itibaren, bir gün olsun gün
yüzü göstermemişti kadıncağıza. Hatta hamilelik döneminde bile dövmüştü onu da,
bu sebeple kızı Selvi bacağından sakat olarak doğmuştu. Ondan sonra da Allah
onu cezalandırmış, başka bir çocuk daha vermemişti İrfan Efendi’ye. Bunların
dışında bir şey hatırlamaya çalıştı, kendine dair, fakat hafızası neredeyse
tamamen silinmişti. Sabah-akşam dövdüğü karısının çaresizlik dolu mor bakışlarıydı
zihninde kalan. Darbelerden korunabilmek için, başını sakındırdığı çelimsiz
kolları… Üzerine kan sıçramış yırtık pırtık gömleği… Kırık dişlerini ardında
gizleyen ince dudaklarından çıkardığı iniltiler… Ardından biricik kızının
kızgın yüzü… Kızgın bakışlarının dışında nasıl da annesine benzerdi. Birden Selvi’nin
sesini sanki kulağının dibinde duydu:
“Seni hiç affetmeyeceğim baba! Hiç…”
“İmdaatttt!” diye bağırdı tekrar,
umutsuzca. Aklını buradan çıkmaya vermeliydi. Düşüncelerini kontrol etmeli,
kendini bu durumdan kurtarmanın bir yolunu bulmalıydı. Bir yol olmalıydı. Kim
kapatmıştı, onu oraya? Yoksa bu bir kâbus muydu? “Evet, evet öyle olmalı.” dedi
kendi kendine. “Bu bir kâbus ve ben birazdan uyanacağım.” Hâlâ tabutta nefes
alabilmesi buna işaret olabilirdi. Kendi kendini uyandırmaya çalıştı. Fakat,
uyanamadı.
O böyle boşa çabalarken, tabut
giderek daralmaya başladı. Tabut küçüldükçe kendi bedeni büyüdü. Yavaş yavaş, dehşet
verici bir basınç altında ezilmeye başladı. Her hücresi acıyla titredi sanki. Kemikleri
iç içe geçiyormuş gibiydi. Çığlık bile atabilecek durumda değildi. Çaresizdi.
Derken, bir boşluk… Karanlık bir holden geçer gibi oldu. Zifiri karanlık,
yerini alacakaranlığa bıraktı. Etrafına bakındı, sanki aynı tabutun içinde bir
çakıl taşı kadar küçücük kalmıştı. Artık, devasa bir tahta kutunun içinde dimdik
ayakta durabiliyordu. Birden acı soğuğu hissetti, soğuk iliklerine kadar işledi.
Titredi. Ama bunun nedeni daha ziyade korkuydu. Şimdiye kadar belki de hiç
hissetmediği korku, ona kendini bir böcek kadar güçsüz hissettiriyordu.
“Bitsin bu kâbus!” diye bağırdı. Sanki
sesine cevap gibi, karşıdan ince bir ışık sızdı. Eliyle gözlerini siper edip,
ışığa doğru koştu. Fakat ne kadar hızlı koşsa da, aslında yerinde sayıyordu.
Birden ışığın içinden çıkan, yanına doğru gelen iki kişiyi gördü. Ne kadar
korksa yeriydi. Çünkü bu iki kişi, tabutunun yüksekliği kadar uzundu. Ufalmış
minik bedeni nedeniyle, onları dev olarak görüyordu. Devlerin yüzünü ışık
sebebiyle seçemedi. Dizleri titredi. Yere çöktü.
Güm… Güm… Güm…
Devlerin ayak sesleri yaklaştıkça,
İrfan Efendi manevi olarak tamamen çöktü. Neredeydi karısını ve kızını döverken
ortaya çıkan o güçlü, cesur ve sözüm ona gözü kara İrfan? Pıstı…
İki güçlü dev, İrfan Efendi’nin
yanına kadar gelip, tepesinde dikildiler. İrfan Efendi, ayağa kalksa bile
onların ayak bileğine gelemeyecek kadar küçülmüştü.
Kızının sesini duydu:
“Babacığım ne olur? Bize acı!”
Devlerden birinin sesi, kızının
sesini takip etti:
“Rabbin kimdir?”
İrfan Efendi, soruyu bir an
algılayamadı. Başını kaldırıp soruyu sorana baktı. Karşısında çatık kaşlar,
çatık kaşların altında delici bakışlar, bakışları tamamlayan keskin hatlı bir
burun, sivri çenesiyle burunun arasında ince dudaklar vardı. Bu yüzde hiçbir
duygu kırıntısı göremedi. Bu duygusuzluk onu korkuttu. Sorulan sorunun cevabını
bile düşünmüyordu o anda.
Diğeri sordu:
“Nebin kim?”
Bu sorular bir yerden tanıdık mı
geliyordu ne? Bu nasıl bir rüyaydı? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Dudaklarını
aralayıp konuşamıyordu. Derken sol yanında çirkin bir varlık belirdi. Hilkat
garibesi gibi, eciş bücüş yüzünde gözü nerede, ağzı nerede belli değildi.
Dehşete kapıldı. Korktu, ancak felç geçirmiş gibiydi artık. Ne hareket
edebiliyor ne de konuşabiliyordu. Onun yerine bu korkunç varlık konuştu:
“Onun inancı, paranın gücü; yol
göstericisi, şeytandır!”
İtiraz etmesi gerektiğini biliyordu
ancak, ne cevap vermesi gerektiğini unutmuştu. Çaresizce iki deve bakmaya devam
etti. Onların duygusuz yüzleri bile, bu yeni varlığın yanında çok sempatik
geldi gözüne. Birden ağlamaya başladı, ama gözyaşları akmıyordu. Elleriyle
yüzünü kapatmak istiyordu ancak hiçbir organı ona itaat etmiyordu. Birden sağ
yanında bembeyaz giyinmiş, genç ve yakışıklı biri belirdi. Bu yeni genci
gördüğünde içi biraz rahatladı.
“Ama hayattayken namaz kılıyordu.”
dedi bu genç.
Korkunç varlık araya girdi:
“Kuran’da gösteriş için namaz
kılanlar hakkındaki hükmü hepimiz biliyoruz.” dedi. “Bırak Münker ve Nekir
işlerini yapsınlar.” diye eklemeyi ihmâl etmedi.
Beyaz giyinmiş genç utanarak başını
yere eğdi. İrfan Efendi’ye gelince, Münker ve Nekir isimlerini nereden duyduğunu
hatırlamaya çalıştı, bulamadı.
Korkunç varlık:
“Eğer bu soruların cevaplarını
dünyada bulabilmiş olsaydı, şu an onu hiçbirimiz susturamazdık. Bakın hiçbir
şey hatırlamıyor bile… Çünkü o dinini kalben, ihlâsla yaşamadı ki… Müslüman
olarak ölmedi. O benim payım!” diye bağırdı beyazlı gence doğru.
Münker ve Nekir araya girdiler,
beyazlı gence doğru dönüp:
“Sen yalan söyleyemezsin namazını
kılarken, gösteriş için mi kılıyordu yoksa ibadet için mi?” diye sordular.
Felç geçirmişçesine hareketsiz kalan İrfan
Efendi, ‘Ne olur, yalan söyle’ der gibi baktı.
Beyazlı genç başını kaldırıp:
“En doğrusunu Allah bilir.” dedi.
Nekir bunun üzerine tekrar sordu:
“Rabbin kim? Nebin kim?”
İrfan Efendi ne diyeceğini
bilemiyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordu.
“Gerçek inancı olmayan hiç kimse,
burada bu sorunun cevabını hatırlayamaz!”
Bunları söyledikten sonra, korkunç
varlık, elinde bir defter evirip çevirmeye başladı. Defter o kadar kabarıktı
ki… O çirkin şey bile hangi sayfadan başlaması gerektiğini bilemedi. İrfan Efendi
hemen genç ve güzel delikanlıya döndü. Bir umut ışığıydı onun yüzünde aradığı.
Oysaki genç, sadece elindeki incecik kitaba bakıyordu.
Münker:
“Karını ve kızını çağırıyoruz.
Şahitlerine ihtiyacımız var.” dedi.
Işıklı kapı tekrar açıldı. Sağ
yanındaki genç kadar bembeyaz giyinmiş karısı ve kızı yanlarına geldiler.
Yüzleri huzurlu bakışları yumuşaktı. İrfan Efendi ilk kez gözlerinden boncuk
boncuk yaşları akıtabildi. Onlara sarılmak, onlarla birlikte yuvalarına dönmek
ve bu sefer mutlu mesut yaşamak istiyordu. Ancak artık çok geçti.
Nekir:
“Burada kimse yalan söyleyemez.
Birazdan duydukların onların hak sözleridir. Hazırlıklı ol!” dedi.
İrfan Efendi boynunu büktü.
Kulaklarını dört açıp, sözü ilk alan karısını dinledi:
“O benim kocamdır. Beni dövmüş olsa
da, hayatımı zindan etmişse de, canıma kıydıysa da ben onu affediyorum. Kader
böyleymiş.” dedi.
Bir anda İrfan Efendi’nin içini huzur
kapladı. Gözlerinin içi güler gibi oldu. Üzerindeki hayali cendere sanki gevşedi.
Bir an kasları açıldı. Sonra sözü Selvi kızı aldı. Bakışları yumuşak, sesli bir
melek gibi tatlıydı ama söyledikleri… Ah o söyledikleri yok muydu?...
“Bu adam, benim babamdır. Annemin
katilidir. Dünyada bir bacağımın sakat kalmasının sebebidir. Ailemizin
mutsuzluğunun nedenidir. Annemle beni Allah’tan korkmamacasına döverdi. Hiç
acıması yoktu. İnsafa gelmezdi. Yalvarmalarımı dinlemezdi. Hayatım boyunca aynı
sözü tekrar ettim. Şimdi burada yine tekrar ediyorum: Ben bu adamı
affetmiyorum. Bana yaptıkları için değil, anneme yaptıkları için affetmiyorum!”
İrfan Efendi için zaman bir an durmuş
gibi geldi. Geçmişe dair, sadece bu iki kadına yaptıklarını hatırlıyordu. Evet,
kızı haklıydı. Bütün bu söylediklerini onlara yapmıştı. İçindeki şiddeti
yıllarca hep o ikisine kusmuştu. Şimdi ise başına ne gelecekse bu yüzden
gelecekti.
Münker üçüncü ve son kez tekrar
sordu:
“Rabbin kim? Nebin kim?”
O esnada kızının gerçek hayattaki
yalvarmalarını duydu zihninin içinde:
“Allah, Muhammed aşkına yapma baba!
Vurma baba!”
Cevap bu cümlenin içinde bir yerde
gizliydi. Ama nerede?
Hala son bir umutla, “Umarım bu bir kâbustur.
Ben ölmedim. Ölmüş olamam.” diyordu içinden. Ondan bir ses gelmeyince, Münker,
Nekir, güzel yüzlü genç, Selvi ve annesi içeri süzülen ışığa doğru yürüyüp,
kayboldular. Korkunç ve çirkin yaratıkla İrfan Efendi’yi kıyamete kadar orada baş
başa bırakıp çok çok uzaklara gittiler.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Hikâye
Atölyesi, 28.12.2012)