Hayat kaybolmuş gibi
Bir köşede kalmış, aranan ama bulunamayan
Bulunduğunda artık işe yaramayacak olan
Görünmeyen, ulu ortada...
Hayat, ağlamak gibi
İçten gelerek koyverdiğinde
İnsanı haksızca küçük düşüren
Hayat aşık olmaya yüz tutmak gibi
Sevdin mi, sevecek misin, sevmeli misin
Her şeyi sorgulayıp durduğun bir dönem karmaşası
Bir ara anladım ki, hayat ben gibi
O ben gibi de...
Ben, ben gibi değilim.
İsmim Hatice değil gibi
Yaşadığım, hayat gibi ama
Hayat da ölüm gibi
Hem sonsuz hem de sonlarla dolu!
Ne kadar vahim ki, ben ben gibi değilim.
Çünkü ben, ben olmaya çalıştığımda; benim gibi birinin olamayacağına karar verdim.
Şimdi sokak sokak ben olmayacak beni arıyorum,
Bu hayatın hayat gibi olması için...
Girdiğim sokaklarda kayboluyorum,
Birilerinin beni bulması için...
Aşka gülüp geçiyorum,
Ben ona güldükçe onun bana kafa tutması için..
Gün geçtikçe ölüyorum,
Yaşamak bu olduğu için!
Wednesday, June 14, 2006
Sunday, June 11, 2006
İmkansız aşk!
"Kolay değildi!"
"Üzülmeni istemedim."
"Görmüyor musun, üzülüyorum. Oysa sen yanımda olsan hayatın hiçbir şartı bu kadar yıkıcı olmazdı!"
"Hayır görmüyorum. Hayatını devam ettiriyorsun işte! Sanki ele avuca sığmaz gibi, hiçbir şeyi umursamaz gibi, hiç aşk acısı yaşamıyor gibi, yaşıyorsun."
"Yıkılırsam, bana dönmen imkansızlaşır. Yıkılırsam, bunun sorumlusu olarak kendini görür, benden daha çok uzaklaşırsın. Yıkılırsam, seninle olabilmenin sorumluluğunu da kaldıramayacağımı düşünürsün. Oysa ben göstermeye çalışıyorum."
"Neyi?"
"Korktuğun gibi, kolay kolay yıkılmayacağımı. Sen yokken de yıkılmam, sen hayatıma girsen de yıkılmam."
"Ben de düşünmüştüm ki, aşkı ve aşk acısını kendine yakıştırmadığın için ya da bana nispet yapmak için rollerden kendine umursamazlığı seçtin."
"Yanlış. Bana aşık olman için uğraşıyorum."
"Sana aşığım."
"Peki, nedir kendi oluşturduğun bu imkansızlığa takılman?"
"Durumumu biliyorsun. Birbirimizi sevmemiz birlikte olunca mutlu olacağımız anlamına gelmiyor."
"Bana durumundan bahsetme! Unuttun mu? Beni sen seçmedin! Ben seni seçtim. Bile isteye!"
"Ahmet! Lütfen! Benim mahkum, bağımlı bir yaşamım var. Açık havada seninle el ele yürüyebilmek bile imkansız benim için."
"Benim de bağımlı bir yaşamım var. Ben de sana bağımlıyım."
"Sana yakınlaşan, senin de yakınlaştığın o kıza ne oldu?"
"Ne yakınlaşması? Ben seni hiç aldatmadım. Çıkar aklından bunu! Sana ulaşmaya çalışırken sadece yanlış numara çevirmişim."
"Cep telefonundaki mesajları okudum."
"Çocuk musun sen? O kadar cinsiyetsiz kelimelerdi ki onlar. Onları senden saklamaya bile gerek görmedim."
"Seni suçlayan yok. Kendimi senden uzaklaştıran bendim."
"Yapma bunu. Gerek yok."
"Beni korkutuyorsun. Seni gördükçe eksikliklerim beni rahatsız ediyor."
"Oysa ben seni benim eksikliklerimi kapattığın için seviyorum. Eksiklerimin ne kadar çok olduğunu fark ettiğimden de en güzel elbiselerimle gözlerini kamaştırmaya çalışıyorum. Sadece beni sev, bana aşık ol, beni takdir et diye! Korkman için değil, kendimi beğendiğim için hiç değil. Bütün eksiklerimi gözlerinin önüne bir anda sererim. Eğer bu seni mutlu kılacaksa, bütün yanlışlarımı gösteririm."
"Senden böyle bir şey istemiyorum."
"İstemediğini biliyorum ama ihtiyacın var."
"Bu söylediğin çok kırıcı oldu işte!"
"Belki benim de senin eksikliklerine ihtiyacım vardır. Bu hiç aklına gelmiyor mu?"
"Ahmet benim eksikliklerim seni yorar."
"Benimkiler de seni yoruyormuş ya! Ödeşiriz işte:) Hem sen hiç puzzel parçası görmedin mi? Girintileri ve çıkıntıları birbirlerini örttüğü için bir parça haline gelebiliyorlar!"
"Senin benden uzaklaşman için daha ne yapmalıyım. Yeterince canını yakmadım mı sanki?"
"Sen benim canımı hiç yakmadın. Kendini benden sakındığında bile, özlemindi benim canımı yakan, sen değil."
"O özlemi ben yarattım işte. Çünkü yaratmak zorunda kaldım."
"Beni böylesi sevmen çok hoşuma gidiyor."
"Ne olur uzaklaş benden. Ben eksik bir insanım. Benimleyken sen de eksik kalacaksın. Ben asla yürüyemeyeceğim."
"Yürümeni beklemiyorum. Keşke yürüyebilseydin. Keşke bu felci hiç yaşamasaydın. Ama ben seni böyle olduğun gibi kabul ettikten sonra, sana ne oluyor? Hangi hakla beni düşünmeye kalkıp canımı yakıyorsun. Hangi mantıktan yola çıkarak senden uzakta olunca mutlu olacağımı düşünebilirsin. Ya seninleyken daha mutlu oluyorsam? Bunu benden daha iyi bilebilir misin?"
"Ya bu hissettiklerin geçici bir şeyse!"
"O zaman arkasından gelecek olan mutsuzluk da geçici olur. Neden bu kadar korkuyorsun? Neden hislerime güvenmiyorsun. Madem seni sevdiğime güvenmiyorsun, neden beni üzmekten korkuyorsun?"
"Belki de kendi hislerimden korkuyorumdur."
"Bence de."
"Belki sana karşı güçlü şeyler hissedip, sonra senin için "Tamam sevgili" olamamak beni daha çok yaralayacaktır?"
"Ben hayatta hiçbir şeyin imkansız olduğuna inanmazdım. İstediğim her neyse, inatla, azimle, çaba ile günün birinde yapacağıma inanırdım. Oysa sen imkansızsın.
İmkansızlığın, özründen kaynaklanmıyor. Bununla çok kolay başa çıkabilirim. İmkansızlığın, senin bu aşkı imkansız görmenden kaynaklanıyor. İşte bununla başa çıkamam Filiz! Lütfen biraz daha düşün."
"Üzülmeni istemedim."
"Görmüyor musun, üzülüyorum. Oysa sen yanımda olsan hayatın hiçbir şartı bu kadar yıkıcı olmazdı!"
"Hayır görmüyorum. Hayatını devam ettiriyorsun işte! Sanki ele avuca sığmaz gibi, hiçbir şeyi umursamaz gibi, hiç aşk acısı yaşamıyor gibi, yaşıyorsun."
"Yıkılırsam, bana dönmen imkansızlaşır. Yıkılırsam, bunun sorumlusu olarak kendini görür, benden daha çok uzaklaşırsın. Yıkılırsam, seninle olabilmenin sorumluluğunu da kaldıramayacağımı düşünürsün. Oysa ben göstermeye çalışıyorum."
"Neyi?"
"Korktuğun gibi, kolay kolay yıkılmayacağımı. Sen yokken de yıkılmam, sen hayatıma girsen de yıkılmam."
"Ben de düşünmüştüm ki, aşkı ve aşk acısını kendine yakıştırmadığın için ya da bana nispet yapmak için rollerden kendine umursamazlığı seçtin."
"Yanlış. Bana aşık olman için uğraşıyorum."
"Sana aşığım."
"Peki, nedir kendi oluşturduğun bu imkansızlığa takılman?"
"Durumumu biliyorsun. Birbirimizi sevmemiz birlikte olunca mutlu olacağımız anlamına gelmiyor."
"Bana durumundan bahsetme! Unuttun mu? Beni sen seçmedin! Ben seni seçtim. Bile isteye!"
"Ahmet! Lütfen! Benim mahkum, bağımlı bir yaşamım var. Açık havada seninle el ele yürüyebilmek bile imkansız benim için."
"Benim de bağımlı bir yaşamım var. Ben de sana bağımlıyım."
"Sana yakınlaşan, senin de yakınlaştığın o kıza ne oldu?"
"Ne yakınlaşması? Ben seni hiç aldatmadım. Çıkar aklından bunu! Sana ulaşmaya çalışırken sadece yanlış numara çevirmişim."
"Cep telefonundaki mesajları okudum."
"Çocuk musun sen? O kadar cinsiyetsiz kelimelerdi ki onlar. Onları senden saklamaya bile gerek görmedim."
"Seni suçlayan yok. Kendimi senden uzaklaştıran bendim."
"Yapma bunu. Gerek yok."
"Beni korkutuyorsun. Seni gördükçe eksikliklerim beni rahatsız ediyor."
"Oysa ben seni benim eksikliklerimi kapattığın için seviyorum. Eksiklerimin ne kadar çok olduğunu fark ettiğimden de en güzel elbiselerimle gözlerini kamaştırmaya çalışıyorum. Sadece beni sev, bana aşık ol, beni takdir et diye! Korkman için değil, kendimi beğendiğim için hiç değil. Bütün eksiklerimi gözlerinin önüne bir anda sererim. Eğer bu seni mutlu kılacaksa, bütün yanlışlarımı gösteririm."
"Senden böyle bir şey istemiyorum."
"İstemediğini biliyorum ama ihtiyacın var."
"Bu söylediğin çok kırıcı oldu işte!"
"Belki benim de senin eksikliklerine ihtiyacım vardır. Bu hiç aklına gelmiyor mu?"
"Ahmet benim eksikliklerim seni yorar."
"Benimkiler de seni yoruyormuş ya! Ödeşiriz işte:) Hem sen hiç puzzel parçası görmedin mi? Girintileri ve çıkıntıları birbirlerini örttüğü için bir parça haline gelebiliyorlar!"
"Senin benden uzaklaşman için daha ne yapmalıyım. Yeterince canını yakmadım mı sanki?"
"Sen benim canımı hiç yakmadın. Kendini benden sakındığında bile, özlemindi benim canımı yakan, sen değil."
"O özlemi ben yarattım işte. Çünkü yaratmak zorunda kaldım."
"Beni böylesi sevmen çok hoşuma gidiyor."
"Ne olur uzaklaş benden. Ben eksik bir insanım. Benimleyken sen de eksik kalacaksın. Ben asla yürüyemeyeceğim."
"Yürümeni beklemiyorum. Keşke yürüyebilseydin. Keşke bu felci hiç yaşamasaydın. Ama ben seni böyle olduğun gibi kabul ettikten sonra, sana ne oluyor? Hangi hakla beni düşünmeye kalkıp canımı yakıyorsun. Hangi mantıktan yola çıkarak senden uzakta olunca mutlu olacağımı düşünebilirsin. Ya seninleyken daha mutlu oluyorsam? Bunu benden daha iyi bilebilir misin?"
"Ya bu hissettiklerin geçici bir şeyse!"
"O zaman arkasından gelecek olan mutsuzluk da geçici olur. Neden bu kadar korkuyorsun? Neden hislerime güvenmiyorsun. Madem seni sevdiğime güvenmiyorsun, neden beni üzmekten korkuyorsun?"
"Belki de kendi hislerimden korkuyorumdur."
"Bence de."
"Belki sana karşı güçlü şeyler hissedip, sonra senin için "Tamam sevgili" olamamak beni daha çok yaralayacaktır?"
"Ben hayatta hiçbir şeyin imkansız olduğuna inanmazdım. İstediğim her neyse, inatla, azimle, çaba ile günün birinde yapacağıma inanırdım. Oysa sen imkansızsın.
İmkansızlığın, özründen kaynaklanmıyor. Bununla çok kolay başa çıkabilirim. İmkansızlığın, senin bu aşkı imkansız görmenden kaynaklanıyor. İşte bununla başa çıkamam Filiz! Lütfen biraz daha düşün."
Saturday, June 10, 2006
Peynirci
Çok lezzetli peynirleri, usta maharetiyle yapardı, 3-5 kuruşa satardı da kimse takdir etmezdi o peynirlerin bölgenin en güzel peynirleri olduğunu! Sabah-akşam, bol bol, titizlenerek, çok çalışarak, iştah açıcı peynirler yapardı da karşısına bir tane bile iştahlısı çıkmazdı. Açıkça söylemek gerekirse; çok yalnızdı, çok güvensizdi, çok hazsızdı.
Böylece yaşar giderdi, daha çok yaşar giderdi de...
Bir gün, bir fare, bir hayran, bir iştahlı çıkageldi.
Minicik burnunu uzattı peynirlerin olduğu yere; sınıf sınıf! Ağzını şapırdattı; mmmm! Sonra dönüp bir göz attı peynirciye. Belli ki izinsiz uzanmayacaktı, aç olsa bile kimsenin hakkını gasp etmeyecekti.
İşte farenin bu halleri öyle hoşuna gitti ki peynircinin, küçücük bir parçacık uzatıverdi!
Evet, fare gerçekten çok beğenmişti peynirini. Tadını çıkara çıkara, emeğine saygı göstere göstere yedi ve şükranla baktı.
İkisi için de ne büyük mutluluk!
Böylece başladı karşılıklı dostluk.
Fare düzenli olarak peynirciyi ziyaret eder, küçük parçalara bile fit olup tekrar yuvasına dönerdi. Her ziyaretinde güzel küçük numaralar yapmayı da ihmal etmezdi ki, peynirci ola ki bıkmasın ondan.
Bunun üzerine peynirci bir gün aralarında küçük bir oyun başlattı. Fare için özel bir labirent hazırladı. Küçük, kolay ama eğlenceli bir labirent. Ortasına da ödül olarak lezzetli peynirlerinden koydu.
Fare ilk önce bu oyun karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Nedenini anlayamadı. Sebebini düşündü bulamadı ama madem ki peynirci istiyordu, olsundu. Çok geçmedi, bu küçük oyun farenin de hoşuna gitmeye başladı. Bunu aralarındaki dostluğu derinleştiren ve anlamlaştıran bir şey olarak görüyordu. Peynirciyi daha çok seviyordu. Peynirci onu daha çok seviyordu. Birbirleri ile daha çok vakit geçiriyorlardı. Günleri neşeliydi. Derken...
Derken, peynirci labirenti giderek büyütmeye başladı. Farenin zekası ve her seferinde peyniri kolayca bulması onda gizli bir hayranlık bırakıyordu.
"Bakalım şimdi de bulabilecek misin?"
Labirentte çıkmaz yolları çoğaltsa (?) Araya aynalar koysa (?) Biraz daha uzun ve büyük hale getirse (?)
Buluyordu.
Bulmalı mıydı?
Peki peynirin kokusunu kesmek için poşetin içine soksa (?) Kokuyu almakta zorlandıkça farenin bulması daha uzuyor, evet.
Uzuyor ama yine bulabiliyor.
Peki peyniri daha küçük yapsa (?) Küçük peyniri bir kutunun içine soksa (?)
Şimdi tamam işte! Küçük fare labirentin içinde açlıktan halsiz düşmüştü en sonunda!
"Ha ha ha! Sen kendini benden daha mı zeki sandın?"
Farenin küçücük kalıp, labirentin devasa boyutlara geldiği bir akşam, peynirci fare ile göz göze geldi. Fare bu oyundan hoşlanmamıştı. Sonuçta peynire ulaşabileceğine dair bütün ümitlerini yitirmişti. Yalvarır gözlerle baktı bir küçücük lokmacık için. Çok zavallı görünüyordu ama... Ama, peynirci ertesi sabaha kadar beklemeyi tercih etti. "Sabah olunca duruma bakarız. Belki o zamana kadar bulursun peyniri. Sen küçük fare! Sen çok dayanıklısın. Sana kolay kolay bir şey olmaz!" dedi. Diyebildi. Gitti. Gidebildi. Uyudu. Uyuyabildi.
Ertesi sabah;
Labirent bomboştu.
...
Bu nasıl olurdu? Fare gitmiş olamazdı. Onun peynirlerini bırakmış olamazdı. Hem nasıl?.. Bir anda peyniri sakınmaya çalışırken, kapatmayı hiç aklına getiremediği giriş/çıkış kapısını gördü.
Fare oyunu bırakmıştı.
Peynirci ağladı.
Peynirci çok ağladı.
Fareye yaptıklarının vicdan azabından mı, bir daha öyle bir fare bulamayacağını bildiğinden mi, yoksa peynirlerinin yine eskisi gibi değer görmeyeceğini düşündüğünden mi bilinmez; peynirci giden farenin arkasından çok ağladı.
Böylece yaşar giderdi, daha çok yaşar giderdi de...
Bir gün, bir fare, bir hayran, bir iştahlı çıkageldi.
Minicik burnunu uzattı peynirlerin olduğu yere; sınıf sınıf! Ağzını şapırdattı; mmmm! Sonra dönüp bir göz attı peynirciye. Belli ki izinsiz uzanmayacaktı, aç olsa bile kimsenin hakkını gasp etmeyecekti.
İşte farenin bu halleri öyle hoşuna gitti ki peynircinin, küçücük bir parçacık uzatıverdi!
Evet, fare gerçekten çok beğenmişti peynirini. Tadını çıkara çıkara, emeğine saygı göstere göstere yedi ve şükranla baktı.
İkisi için de ne büyük mutluluk!
Böylece başladı karşılıklı dostluk.
Fare düzenli olarak peynirciyi ziyaret eder, küçük parçalara bile fit olup tekrar yuvasına dönerdi. Her ziyaretinde güzel küçük numaralar yapmayı da ihmal etmezdi ki, peynirci ola ki bıkmasın ondan.
Bunun üzerine peynirci bir gün aralarında küçük bir oyun başlattı. Fare için özel bir labirent hazırladı. Küçük, kolay ama eğlenceli bir labirent. Ortasına da ödül olarak lezzetli peynirlerinden koydu.
Fare ilk önce bu oyun karşısında şaşkınlığını gizleyemedi. Nedenini anlayamadı. Sebebini düşündü bulamadı ama madem ki peynirci istiyordu, olsundu. Çok geçmedi, bu küçük oyun farenin de hoşuna gitmeye başladı. Bunu aralarındaki dostluğu derinleştiren ve anlamlaştıran bir şey olarak görüyordu. Peynirciyi daha çok seviyordu. Peynirci onu daha çok seviyordu. Birbirleri ile daha çok vakit geçiriyorlardı. Günleri neşeliydi. Derken...
Derken, peynirci labirenti giderek büyütmeye başladı. Farenin zekası ve her seferinde peyniri kolayca bulması onda gizli bir hayranlık bırakıyordu.
"Bakalım şimdi de bulabilecek misin?"
Labirentte çıkmaz yolları çoğaltsa (?) Araya aynalar koysa (?) Biraz daha uzun ve büyük hale getirse (?)
Buluyordu.
Bulmalı mıydı?
Peki peynirin kokusunu kesmek için poşetin içine soksa (?) Kokuyu almakta zorlandıkça farenin bulması daha uzuyor, evet.
Uzuyor ama yine bulabiliyor.
Peki peyniri daha küçük yapsa (?) Küçük peyniri bir kutunun içine soksa (?)
Şimdi tamam işte! Küçük fare labirentin içinde açlıktan halsiz düşmüştü en sonunda!
"Ha ha ha! Sen kendini benden daha mı zeki sandın?"
Farenin küçücük kalıp, labirentin devasa boyutlara geldiği bir akşam, peynirci fare ile göz göze geldi. Fare bu oyundan hoşlanmamıştı. Sonuçta peynire ulaşabileceğine dair bütün ümitlerini yitirmişti. Yalvarır gözlerle baktı bir küçücük lokmacık için. Çok zavallı görünüyordu ama... Ama, peynirci ertesi sabaha kadar beklemeyi tercih etti. "Sabah olunca duruma bakarız. Belki o zamana kadar bulursun peyniri. Sen küçük fare! Sen çok dayanıklısın. Sana kolay kolay bir şey olmaz!" dedi. Diyebildi. Gitti. Gidebildi. Uyudu. Uyuyabildi.
Ertesi sabah;
Labirent bomboştu.
...
Bu nasıl olurdu? Fare gitmiş olamazdı. Onun peynirlerini bırakmış olamazdı. Hem nasıl?.. Bir anda peyniri sakınmaya çalışırken, kapatmayı hiç aklına getiremediği giriş/çıkış kapısını gördü.
Fare oyunu bırakmıştı.
Peynirci ağladı.
Peynirci çok ağladı.
Fareye yaptıklarının vicdan azabından mı, bir daha öyle bir fare bulamayacağını bildiğinden mi, yoksa peynirlerinin yine eskisi gibi değer görmeyeceğini düşündüğünden mi bilinmez; peynirci giden farenin arkasından çok ağladı.
Subscribe to:
Posts (Atom)