Aşktan kaçma konusunda çok iyiyimdir ancak; şimdiye kadar elinden hiç kurtulamadım. Yanlış zamanda yanlış insan ve yanlış gözyaşı… Bermuda Şeytan Üçgeni’nin iç açılarının, alnımda izdüşümü olduğundan şüpheleniyorum. Böyle alın yazısı başka yerde bulunamaz! Kalbime giren herkes, zengin kalkışıyla hayatımdan yok olma mecburiyetinde!... Promosyon olarak, gecelerimin vazgeçilmez can acıları… Kaderin sadist olmadığını kim söyledi? Özlerken ayrılığın provasını yapmayı ben ondan öğrendim.
Herkes ‘Olmaz’ olmak için hayatıma girdi. Kimisi ben âşık olduktan sonra imkânsızlaştı, kimisi zaten taşı ayıklanmamış pirinç pilavı gibiydi. Birine aşkım demeden önce, o kişiye ‘imkânsızım’ demeyi ezberledim. A4 kağıda arabesk fon yaratma derdinde değilim. Hayat hikâyeme abartma tozu katıp, kendi kendime de acımam. O yüzden, yazdığımı yazdığım gibi bilin. Altında buzağı aramayın. Buyruklu yalanları sadece aşıklarıma söyledim ben: “Seni istemiyorum, git!”, “Biz sadece arkadaşız, beni unut!”
Ne yaşadığımı merak ettiniz değil mi? İşin dedikodu kısmına takılmayın lütfen! Başlama vuruşu yapılmadan hakemin kırmızı kart göstermesi, soğanların hepsi doğranmışken ocaktaki gazın kesilmesi, bilgisayar oyununda tarihi rekor kıracakken laptopun şarjının bitmesi örneklerini vereyim, şimdilik yeter. Size bütün hayat hikâyemi anlatsam bile, çıkarımda bulunamayacağınız gerçekleri açıklıyorum işte! Acımaya da gerek yok! Platonik sevmedim ben. İçimdeki hisler karşılıksız olmadı. Sadece ben karşılığını veremedim, feleğin attığı sillelere. Kaderden rövanş alınmıyo ne de olsa… Olduğu gibi kabullenme alışkanlığının getirdiği acılar ise, büyük oluyo. Işığın pervaneyi çektiği gibi çektim aşklarımı, sonra oturup ateşimde yanmalarını seyrettim. Peki ateş mi daha çok yanar, yoksa yaktığı mı? Kimi sevsem, neyi dilesem, neyden zevk alsam açmadan solan çiçekler gibi büzüşüp kaldılar elimde. Ölümden değil kaderden korkmak lazım. İşime de âşık olmuştum ben... Aileme de, İstanbul’a da… Bir iki erkeğe de… Onlar da bana…
Sonra ne mi oldu?
Çölde eline matara verilen ama mataranın boş olduğunu fark eden bedevinin hayalkırıklığıyla; parası için evlendiği ihtiyarın iflas ettiğini düğün gecesi öğrenen Miss World’ün ızdırabını harmanladım kalbimde.
Üstelik bir de hiç sevemediklerim çıktı önüme! Güldeki dikenleri görüp, kendini gülle bir tutan kaktüslerle karşılaştım. Şehvet naniğine aşk çağrısı diyen, demo insanlarla tanıştım. Meğer ne çok dertleri varmış, her gün değişen (!) Meğer ne çok severlermiş, her gün başka birini (!) Ben de olur muymuşum onlardan biri? Tanır mıymışım medeniyeti? Kâfiyesi bile kulağa hoş gelmiyor!
Uzun lafın kısası: Sırtında şeker taşırken, hep ot yemek zorunda kalan eşekler gibi… Evine haciz gelmiş darphane memuru gibi… Düblaj yaparken hıçkırık tutan ses dublörü gibi… Beyin ölümü gerçekleşmiş birine kalp masajı yapan doktor gibi… Sokak röportajına çıkıp mikrofonu kekemeye uzatan haberci gibi… Hep karavanaya atmak yaşam tarzım oldu çıktı. İşte bu yüzden evlenmedim dersem beni anlar mısınız?
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesİ)
Sunday, February 12, 2012
ANAHTAR VE KAPI
1. Anahtar:
Kelimeler benim anahtarımdır. Doğru anahtarlarla beyninizin içinde kapılar açar, zihninizde gezer, sizi hipnotize ederim. Öyle cümleler kurarım ki en kuytu zaaflarınıza bile seslenir, egonuzla oyuncak gibi oynar, hayallerinizi değiştiririm. Hatta ne hayal kurmanız gerektiği konusunda bile söz hakkım vardır. Şimdiye kadar birçok insanın yıllarca biriktirdiği parayı boş yere harcatıp, hatta hiç yaşayamacakları idealleri uğruna birikim yapmalarına engel oldum. Kredi kartınızın limiti yeterse, size “yeni” tutkular yaratabilirim! Bununla beraber her yeniyi eskitir, peşinden koşacağınız başka bir tutku oluşturmak için kelimeler üretmeye devam ederim. Çünkü bu benim işim. Ben reklam yazarıyım. Fareli köyünüzün kavalcısıyım. Ben sizi kelimelerle büyüleyen, markalara esir eden kişiyim.
Bu tanımlar size abartılı mı geldi? Peki o zaman, size düşünmeniz için birkaç soru:
İşten güçten evlenmeye fırsat bulamamış geçkin bir bayan düşünün. Amirinin baskısı altında, stresli bir çalışma hayatı içinde, her gün kovulma korkusuyla yaşıyor. Diline bir nakarat takılmış: “Çocuk da yaparım kariyer de” diyor. Çünkü böyle düşünmeye ve hissetmeye ihtiyacı var. Soru şu: Daha pahalı olsa bile, markete gittiğinde sizce hangi markayı alır?
Size kocakarı ilaçlarına inanmayın diyen kozmetik firmaları, “tamamen doğal” kremleri aktarınızın kaç katı fiyatına satıyor?
Dürüst olun. O reklamdaki kızın saçlarına ulaşabilmek için kaç kez şampuan değiştirdiniz?
Sabahları güne “Form yiyim formda kalayım.” düşüncesiyle başlayan, akşamı kocaman bir Amerikan hamburgeriyle bitiren kişi sayısı hakkında fikriniz var mı? Benim aynı gün içinde önce form sloganını, hemen ardından doyurucu hamburger ilanını yaptığımı biliyor musunuz?
Hala abarttığımı düşünüyor musunuz?
Kırk saniyelik kısa filmler beyninizi yıkamam için yeter bana. Siz farkında bile olmazsınız. Birkaç ay sonra reklam filminin görüntülerini ve detaylarını unutabilirsiniz ama benim kelimelerim zihninizde yer eder. “Çakar çakmaz çakan çakmak”, “Bira bu kapağın altında”, “Pardon pardon burası Yapı Kredi değil mi?” gibi anahtarlar kapıyı bir kere açmıştır bile…
Doğru anahtarı oluşturmak için doğru kelime ve doğru kullanım gerekir. Mesela, rica minnetle işim olmaz benim. Size emrederim.
“Hemen ara, bu fırsatı kaçırma!”
“İç, ışığını yansıt!”
“Katıl, farklı ol!”
“Kullan, güzelleş!”
Gördüğünüz gibi size fikrinizi soran yok. Çünkü, doğru anahtarın açamayacağı kapı yok. Ben kelimelerin gücünü mesleğimden, saygınlığını edebiyattan öğrendim.
2. Kapı:
Diyelim ki elinize anahtarı aldınız sıra kapıyı açmaya geldi. Hangi anahtarın hangi kapıya uyacağını bilmeniz gerekir. Burada mesleki tespitlerimden çıkıp, edebiyata değinmek istiyorum. Gücün, saygınlığa dönüşme noktası burası. İlk bölümde bana sinirlendiyseniz bile, şimdi gevşeyip arkanıza yaslanabilirsiniz. Çünkü size doğru kelimeleri nasıl bulduğumun ve onları nasıl kullandığımın sırrını vereceğim. Hazır mısınız? İşte sırrım; okuyorum.
Bu kadar basit! İnsanları, olayları, durumları, hisleri kitap gibi okuyorum. Doğru okuyan biri için doğru yazmak, kopya çekmek kadar kolaydır. Hayatta boş bir sayfa olan hiçkimse yoktur. Ölüler dahi üzerlerinde kütüphaneler dolusu kelimelerle defnedilirler. Siz farkında olmayabilirsiniz ama, üzerinizde kelimelerden kıyafetler var. Kimi bir kitap gibi dolaşır, kimi broşür, kimi de not defteri gibi… Ancak herkesin cümleleri üzerinden akar, evrene ve boşluğa karışır, orada arşivlenir. Bana ise sadece okumak kalır.
O yüzden size tavsiyem; okuyabildiğiniz kadar çok insan, durum, olay okuyun. Tek kalıp yaşayıp, tek kalıp düşünen, tek kalıp insanlarla iletişime geçen biri misiniz? O zaman bence en fazla bir tane güzel kitap çıkarırsınız, diğer yazdıklarınızsa onun bir benzeri olmaktan öteye gidemez.
Şunu unutmayın. Hayatta milyonlarca insan var.
“Bence böyle bir insan yoktur.” demek, ben öyle insanlarla tanışmadım demektir.
“Bence liseli bir kız, aşk karşısında böyle bir cümle kuramaz!” demek, aşkı bu yaşımda hala algılayamadım demektir.
Hele hele “Bir insan böyle ölemez.” diyorsanız, Taksim karakolunda polislere gelen ihbarları dinlemek için bir geceyi onlarla geçirmeniz yeterlidir.
Kısacası, kelime peşinde mi koşuyorsunuz? En uygun cümle nereden çıkar diye mi bakıyorsunuz? Kaleminiz tutukluk mu yapıyor? Kopya çekin. İnsanların üzerine ceket, etek pantolon gibi giyindikleri o kadar çok kelime, uğruna savaştıkları o kadar çok cümle var ki! Silginin varlığından habersiz, sayfalarca kurşun kalem iziyle dolaşıyor herkes. Siz yeter ki, bu kişi benim dünyama ait değil, diyerek kimseye yüz çevirmeyin. Kimseyi dışlamadan, hayatlarına bir bakış atın. Farklı biri karşınıza çıktığında, yazmaya değer birinin varlığı karşısında sevinin. O kişiye değil, metinlerinize ahlaki yapınızı aksettirin. Yoksa kendi hikayenizden başkasını yazamaz, kendi kelimelerinizin dışına çıkamazsınız.
3. Hoş geldin ya da güle güle!
Empati. İşte ben böyle kelime devşirip, sergiliyorum. Çevredeki cümleleri çalıp, kendi çerçeveme oturtup, okuyucuya yansıtıyorum. Bu arada kendi üzerime sürekli yeni kelimeler giyinmeyi de ihmal etmiyorum. Ama şunu unutmayın, benim üzerimdeki cümleleri doğru(!) okuyamazsanız, kendi cümlelerinizle yine başbaşa kalırsınız.
Kelimeler benim anahtarımdır. Doğru anahtarlarla beyninizin içinde kapılar açar, zihninizde gezer, sizi hipnotize ederim. Öyle cümleler kurarım ki en kuytu zaaflarınıza bile seslenir, egonuzla oyuncak gibi oynar, hayallerinizi değiştiririm. Hatta ne hayal kurmanız gerektiği konusunda bile söz hakkım vardır. Şimdiye kadar birçok insanın yıllarca biriktirdiği parayı boş yere harcatıp, hatta hiç yaşayamacakları idealleri uğruna birikim yapmalarına engel oldum. Kredi kartınızın limiti yeterse, size “yeni” tutkular yaratabilirim! Bununla beraber her yeniyi eskitir, peşinden koşacağınız başka bir tutku oluşturmak için kelimeler üretmeye devam ederim. Çünkü bu benim işim. Ben reklam yazarıyım. Fareli köyünüzün kavalcısıyım. Ben sizi kelimelerle büyüleyen, markalara esir eden kişiyim.
Bu tanımlar size abartılı mı geldi? Peki o zaman, size düşünmeniz için birkaç soru:
İşten güçten evlenmeye fırsat bulamamış geçkin bir bayan düşünün. Amirinin baskısı altında, stresli bir çalışma hayatı içinde, her gün kovulma korkusuyla yaşıyor. Diline bir nakarat takılmış: “Çocuk da yaparım kariyer de” diyor. Çünkü böyle düşünmeye ve hissetmeye ihtiyacı var. Soru şu: Daha pahalı olsa bile, markete gittiğinde sizce hangi markayı alır?
Size kocakarı ilaçlarına inanmayın diyen kozmetik firmaları, “tamamen doğal” kremleri aktarınızın kaç katı fiyatına satıyor?
Dürüst olun. O reklamdaki kızın saçlarına ulaşabilmek için kaç kez şampuan değiştirdiniz?
Sabahları güne “Form yiyim formda kalayım.” düşüncesiyle başlayan, akşamı kocaman bir Amerikan hamburgeriyle bitiren kişi sayısı hakkında fikriniz var mı? Benim aynı gün içinde önce form sloganını, hemen ardından doyurucu hamburger ilanını yaptığımı biliyor musunuz?
Hala abarttığımı düşünüyor musunuz?
Kırk saniyelik kısa filmler beyninizi yıkamam için yeter bana. Siz farkında bile olmazsınız. Birkaç ay sonra reklam filminin görüntülerini ve detaylarını unutabilirsiniz ama benim kelimelerim zihninizde yer eder. “Çakar çakmaz çakan çakmak”, “Bira bu kapağın altında”, “Pardon pardon burası Yapı Kredi değil mi?” gibi anahtarlar kapıyı bir kere açmıştır bile…
Doğru anahtarı oluşturmak için doğru kelime ve doğru kullanım gerekir. Mesela, rica minnetle işim olmaz benim. Size emrederim.
“Hemen ara, bu fırsatı kaçırma!”
“İç, ışığını yansıt!”
“Katıl, farklı ol!”
“Kullan, güzelleş!”
Gördüğünüz gibi size fikrinizi soran yok. Çünkü, doğru anahtarın açamayacağı kapı yok. Ben kelimelerin gücünü mesleğimden, saygınlığını edebiyattan öğrendim.
2. Kapı:
Diyelim ki elinize anahtarı aldınız sıra kapıyı açmaya geldi. Hangi anahtarın hangi kapıya uyacağını bilmeniz gerekir. Burada mesleki tespitlerimden çıkıp, edebiyata değinmek istiyorum. Gücün, saygınlığa dönüşme noktası burası. İlk bölümde bana sinirlendiyseniz bile, şimdi gevşeyip arkanıza yaslanabilirsiniz. Çünkü size doğru kelimeleri nasıl bulduğumun ve onları nasıl kullandığımın sırrını vereceğim. Hazır mısınız? İşte sırrım; okuyorum.
Bu kadar basit! İnsanları, olayları, durumları, hisleri kitap gibi okuyorum. Doğru okuyan biri için doğru yazmak, kopya çekmek kadar kolaydır. Hayatta boş bir sayfa olan hiçkimse yoktur. Ölüler dahi üzerlerinde kütüphaneler dolusu kelimelerle defnedilirler. Siz farkında olmayabilirsiniz ama, üzerinizde kelimelerden kıyafetler var. Kimi bir kitap gibi dolaşır, kimi broşür, kimi de not defteri gibi… Ancak herkesin cümleleri üzerinden akar, evrene ve boşluğa karışır, orada arşivlenir. Bana ise sadece okumak kalır.
O yüzden size tavsiyem; okuyabildiğiniz kadar çok insan, durum, olay okuyun. Tek kalıp yaşayıp, tek kalıp düşünen, tek kalıp insanlarla iletişime geçen biri misiniz? O zaman bence en fazla bir tane güzel kitap çıkarırsınız, diğer yazdıklarınızsa onun bir benzeri olmaktan öteye gidemez.
Şunu unutmayın. Hayatta milyonlarca insan var.
“Bence böyle bir insan yoktur.” demek, ben öyle insanlarla tanışmadım demektir.
“Bence liseli bir kız, aşk karşısında böyle bir cümle kuramaz!” demek, aşkı bu yaşımda hala algılayamadım demektir.
Hele hele “Bir insan böyle ölemez.” diyorsanız, Taksim karakolunda polislere gelen ihbarları dinlemek için bir geceyi onlarla geçirmeniz yeterlidir.
Kısacası, kelime peşinde mi koşuyorsunuz? En uygun cümle nereden çıkar diye mi bakıyorsunuz? Kaleminiz tutukluk mu yapıyor? Kopya çekin. İnsanların üzerine ceket, etek pantolon gibi giyindikleri o kadar çok kelime, uğruna savaştıkları o kadar çok cümle var ki! Silginin varlığından habersiz, sayfalarca kurşun kalem iziyle dolaşıyor herkes. Siz yeter ki, bu kişi benim dünyama ait değil, diyerek kimseye yüz çevirmeyin. Kimseyi dışlamadan, hayatlarına bir bakış atın. Farklı biri karşınıza çıktığında, yazmaya değer birinin varlığı karşısında sevinin. O kişiye değil, metinlerinize ahlaki yapınızı aksettirin. Yoksa kendi hikayenizden başkasını yazamaz, kendi kelimelerinizin dışına çıkamazsınız.
3. Hoş geldin ya da güle güle!
Empati. İşte ben böyle kelime devşirip, sergiliyorum. Çevredeki cümleleri çalıp, kendi çerçeveme oturtup, okuyucuya yansıtıyorum. Bu arada kendi üzerime sürekli yeni kelimeler giyinmeyi de ihmal etmiyorum. Ama şunu unutmayın, benim üzerimdeki cümleleri doğru(!) okuyamazsanız, kendi cümlelerinizle yine başbaşa kalırsınız.
BUYRUN BENİM
Denemeyi denemek de ayrı bir deneyim olacak benim için. Kusura bakmayın, öncelikle kendimi tanıştırmalıydım. Ben, Duygusal. Aşk doğumluyum. Deneyimlerimin yaşındayım. Fakat, eğitimimi henüz tamamlamadım. Hayat okulunda sınav vermekteyim. Bu okulda hissettiğim kadar inanır, inandığım kadar yaşar, yaşadığım gibi ölürüm. Ölümüm mezuniyetimdir benim.
Ben hep rüya görürüm, uyandığımda kabus… Hiç çekici değildir böylesi can çekişmek. Bir oradadır ruhum, bir burada… Kimisi yalanlarını gerçekleştirmek ister, kimisi hayallerini, bense rüyalarımı gerçekleştirmek isterim. Benimle akran dertlerim, pusulasını şaşırmış burnumun diki varken; firari fikirlerim aklımın yeliyle uçuşurken, bu hayatın en acı gerçeği yalanken, siz anneninizin beşiğini tıngır mıngır sallerken, uçuşan pirelerimi bedenimle bırakır, ruhumu alır çeker giderim. Gider de siyah atımla dört nala koşarım, evcil aslanımı kedi gibi okşar severim, kocaman balinamla sonsuzluk denizinde yüzerim, emrime amade 6 kurdumla düşmanı kovar, benimle konuşan gezegenlere seyahat ederim. Sonra gelir, bedenime anlatırım yaşadıklarımı, sabaha karşı! O bunları birer masal gibi dinler, rüya der geçer.
Uyandığımda, “gerçek”lere saplı, tavizsiz bir dünya karşılar beni. Eşyaların sevildiği, insanların kullanıldığı bir kabus başlar böylece. Ağaçlar konuşmaz, kuşlarla uçulmaz bu dünyada… Gözyaşlarıma baraj kurasım gelir. Hayalgücüm kadar kırılgan, duygusallığım kadar zayıf ve savunmasızımdır. Sürekli verdiğim için alınırım, hatta dost dediklerim tarafından satılırım. Güvenir aldatılır, çalışır kovulurum. Doğru söyler, dinlenmem, bakar gösteremem. İsyan deseniz, hiç edemem. Sadece uyur ve terk ederim bu dünyayı! Bir gün başarıyla mezun olabilmek umuduyla, sınavdan sınava koşaaaarrrr dururum.
İşte böyle… Ben ya rüya görürüm ya da kabus. Tek gerçeğim, ne hissettiğimdir. Tek bildiğim, yine ne hissettiğimdir. Bütün işim gücüm sınavıma çalışmaktır. Sizin rüya dediğiniz alemle, benim kabus dediğim dünyadan notlar alırım kendime. Hoca nereden soracak bilmem, korkarım; sadece korktuğumu bilirim. Sizi de korkutmak gibi olmasın ama, rüyayı burada mı görüyorum, orada mı görüyorum bunu bile bilmiyorum!!!
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 01.12.2011 Ankara)
Ben hep rüya görürüm, uyandığımda kabus… Hiç çekici değildir böylesi can çekişmek. Bir oradadır ruhum, bir burada… Kimisi yalanlarını gerçekleştirmek ister, kimisi hayallerini, bense rüyalarımı gerçekleştirmek isterim. Benimle akran dertlerim, pusulasını şaşırmış burnumun diki varken; firari fikirlerim aklımın yeliyle uçuşurken, bu hayatın en acı gerçeği yalanken, siz anneninizin beşiğini tıngır mıngır sallerken, uçuşan pirelerimi bedenimle bırakır, ruhumu alır çeker giderim. Gider de siyah atımla dört nala koşarım, evcil aslanımı kedi gibi okşar severim, kocaman balinamla sonsuzluk denizinde yüzerim, emrime amade 6 kurdumla düşmanı kovar, benimle konuşan gezegenlere seyahat ederim. Sonra gelir, bedenime anlatırım yaşadıklarımı, sabaha karşı! O bunları birer masal gibi dinler, rüya der geçer.
Uyandığımda, “gerçek”lere saplı, tavizsiz bir dünya karşılar beni. Eşyaların sevildiği, insanların kullanıldığı bir kabus başlar böylece. Ağaçlar konuşmaz, kuşlarla uçulmaz bu dünyada… Gözyaşlarıma baraj kurasım gelir. Hayalgücüm kadar kırılgan, duygusallığım kadar zayıf ve savunmasızımdır. Sürekli verdiğim için alınırım, hatta dost dediklerim tarafından satılırım. Güvenir aldatılır, çalışır kovulurum. Doğru söyler, dinlenmem, bakar gösteremem. İsyan deseniz, hiç edemem. Sadece uyur ve terk ederim bu dünyayı! Bir gün başarıyla mezun olabilmek umuduyla, sınavdan sınava koşaaaarrrr dururum.
İşte böyle… Ben ya rüya görürüm ya da kabus. Tek gerçeğim, ne hissettiğimdir. Tek bildiğim, yine ne hissettiğimdir. Bütün işim gücüm sınavıma çalışmaktır. Sizin rüya dediğiniz alemle, benim kabus dediğim dünyadan notlar alırım kendime. Hoca nereden soracak bilmem, korkarım; sadece korktuğumu bilirim. Sizi de korkutmak gibi olmasın ama, rüyayı burada mı görüyorum, orada mı görüyorum bunu bile bilmiyorum!!!
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 01.12.2011 Ankara)
PLATONİK ÖZLEM
...Siz hiç aşkın bedeninde ışıldadığı bir kadın gördünüz mü?
Kadın aşkı hayata geliş amacını tamamlamış gibi, sadece bunun için var olmuş gibi yaşar. Öylesine bir güçtür ki bu onun için, bir zırh gibi çevreler benliğini. Kadın aşkla kıymet kazanır, güzel olur, ulaşılmaz durur, biricikliği tadar. Aşk, kadının başarısıdır ve o başarısını bir ömür boyu yaşatmak ister.
Ayfer kitaptan başını kaldırdı. Okuduğu paragrafla gözleri dolmuştu. Oysa birisi çıkıp, ‘Ne okudun Ayfer?’, diye soracak olsa cümleleri hatırlamıyordu. Zaten o an düşündüğü şey de kitap değildi. İçinden bir ses “Kalk” dedi sanki “Git odaya, orada bulacaksın.” O da kalktı gerçekten, hole yöneldi. Bastırmaya başlayan akşam karanlığına inat, bütün ışıkları açarak ilerledi. Salondan çıkmak için attığı her adım, sanki kendisini yirmi yıl önceye taşıyordu. Bir zaman tünelinden geçer gibi geçti holden. Bir an geldi, kendisini yirmi üç yaşındaki kadar genç ve güzel hissetti. Adımlarını ve vücudunun duruşunu değiştirdi. Üzerindeki yeleği çıkardı, saçlarını açtı ve odaya geldiğinde aynaya hiç bakmadı. İşgüzar aynanın onun kırk üç yaşında olduğunu hatırlatmasına gerek yoktu. Şu an kendini gençliğindeki kadar alımlı hissediyordu, bu hissine uygun hareketlerle giyinme odasındaki dolabı açtı. Onu bekleyen beyaz kutu oradaydı. Tıpkı zihni gibi, o da bembeyaz aşkının anılarıyla doluydu.
Kutuyu alıp yatağa oturdu. Yavaşça kapağını kaldırdı. Bir sürü mektup, kurutulmuş çiçekler, hediye anahtarlık… Ve yirmi beş yaşındaki yakışıklı sevgilisinin fotoğrafları… Bir anda hıçkırırcasına güldü ve işte o zaman ağlamaya çoktan hazır gözlerindeki yaşlar aktı. Önce, bir fotoğrafı aldı uzun uzun baktı, göğsüne bastırdı, öptü de öptü… Sonra, bir mektubu açtı ve zaten ezbere bildiği satırları yeniden okudu:
“Seni ilk gördüğüm andan itibaren seviyorum. İçimde ılık bir rüzgâr gibi esiyor sözcüklerin. Bakışların kalbimde bir resim gibi sabitleniyor, anı olup her dakikamda bana ışık veriyor. Ellerini tuttuğum zaman, kendi ellerimi sanki ilk kez hissediyorum.
Ben kendimi sende buluyorum Ayfer!
Sonra yine sende kayboluyorum!
Seni hissetmek, her şeyi kaybetmek gibi… Her şeyi uğruna tek kalemde feda etmek gibi… Sadece sen gidince tekrar etrafımı sarıyor öteki sesler. Sadece sen yokken duyuyorum kuşların kanat seslerini, fark ediyorum zamanın akışını...
Ama bir de yanımda sen varsan, ben bile yok gibiyim Ayfer”
Ve bir ses:
“Ayfer?”
Kocasıydı.
İrkildi.
Kalktı, toparlandı.
İşten eve dönen Cevdet odaya girene kadar, Ayfer hızlıca kendine çeki düzen verdi. Kocası yanına oturduğunda, beyaz kutu hala yatağın üzerindeydi.
“Nasılsın hayatım?”
“İyiyim, nasıl geçti günün?”
Öylesine sorulan birkaç soru ve verilen birkaç cevap, fazla vakitlerini almadı. Cevdet Ayfer’in yanağına bir öpücük kondurdu, ceketini çıkarıp beyaz kutunun üzerine attı ve banyoya girdi.
Ayfer’e düşen sessizce kalkmak, hem ceketi hem de kutuyu yerine yerleştirmek oldu. Birlikte akşam yemeğini yediler, biraz televizyon izleyip uyudular.
Ertesi gün Ayfer kutudan başka bir mektup çıkardı:
“Senden başka her şey hayal gibi… Rüya gibi… Aşkın kölesi misali, kurban ettim sana yüreğimi, ellerimi, kokumu, sesimi ve sözcüklerimi. Sadece sen duyasın diye konuşmak, sadece sen tutasın diye uzatmak istiyorum ellerimi.”
Şimdi, şu an, bu gencecik delikanlıyı yanında görmek için neler vermezdi! O kadar özlemişti ki onu! Bu aşkın ağırlığıyla eziliyordu kalbi. Ancak buna son vermenin bir yolunu bulmalıydı.
Hemen kocasını aradı:
-“Aşkım seni özledim!”
-“Ayfer? İyi misin? Evden çıkalı iki saat oldu hayatım! Bir şey mi oldu?”
-“Beni hâlâ seviyor musun?”
-“Ayfer şu an toplantıdayım. Ne olduğunu söyleyecek misin?”
-“Ben seni seviyorum.”
-“Toplantım biter bitmez arayacağım seni. Tamam mı?”
Telefonu kapadı. Ayfer ağlıyordu. Aşkını da özlemini de taşıyamaz haldeydi. Kelimeler boğazına takılıyor, kalbini sıkıştıran acının çaresini bulamıyordu. Kimsenin onun yanında kavuşulmaz aşklardan, imkânsız sevgilerden bahsetmeye hakkı yoktu. Yirmi yıldır evli olduğu adam, bir yabancıdan başkası değildi. Oysa o, bir zamanlar âşık olduğu o genci unutamıyordu. Derdini kimseye anlatamamanın ağır yüküyle yaşamaya mecburdu. Onu kim anlayabilirdi ki? Kiminle konuşmaya kalksa ona, “Ayfer deli misin? Âşık olduğun o gençle, evli olduğun adam aynı kişi! İnsan kocası için aşk acısı çeker mi?” derdi. Kimse bilemezdi, kimse göremezdi ki âşık olduğu gençle, evli olduğu adam aynı kişi değildi. Cevdet artık çok değişmişti! Ve bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.
Ayfer bunu biliyordu.
Ayfer özlüyordu.
Ayfer ağlıyordu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 18.12.2011 Ankara)
Kadın aşkı hayata geliş amacını tamamlamış gibi, sadece bunun için var olmuş gibi yaşar. Öylesine bir güçtür ki bu onun için, bir zırh gibi çevreler benliğini. Kadın aşkla kıymet kazanır, güzel olur, ulaşılmaz durur, biricikliği tadar. Aşk, kadının başarısıdır ve o başarısını bir ömür boyu yaşatmak ister.
Ayfer kitaptan başını kaldırdı. Okuduğu paragrafla gözleri dolmuştu. Oysa birisi çıkıp, ‘Ne okudun Ayfer?’, diye soracak olsa cümleleri hatırlamıyordu. Zaten o an düşündüğü şey de kitap değildi. İçinden bir ses “Kalk” dedi sanki “Git odaya, orada bulacaksın.” O da kalktı gerçekten, hole yöneldi. Bastırmaya başlayan akşam karanlığına inat, bütün ışıkları açarak ilerledi. Salondan çıkmak için attığı her adım, sanki kendisini yirmi yıl önceye taşıyordu. Bir zaman tünelinden geçer gibi geçti holden. Bir an geldi, kendisini yirmi üç yaşındaki kadar genç ve güzel hissetti. Adımlarını ve vücudunun duruşunu değiştirdi. Üzerindeki yeleği çıkardı, saçlarını açtı ve odaya geldiğinde aynaya hiç bakmadı. İşgüzar aynanın onun kırk üç yaşında olduğunu hatırlatmasına gerek yoktu. Şu an kendini gençliğindeki kadar alımlı hissediyordu, bu hissine uygun hareketlerle giyinme odasındaki dolabı açtı. Onu bekleyen beyaz kutu oradaydı. Tıpkı zihni gibi, o da bembeyaz aşkının anılarıyla doluydu.
Kutuyu alıp yatağa oturdu. Yavaşça kapağını kaldırdı. Bir sürü mektup, kurutulmuş çiçekler, hediye anahtarlık… Ve yirmi beş yaşındaki yakışıklı sevgilisinin fotoğrafları… Bir anda hıçkırırcasına güldü ve işte o zaman ağlamaya çoktan hazır gözlerindeki yaşlar aktı. Önce, bir fotoğrafı aldı uzun uzun baktı, göğsüne bastırdı, öptü de öptü… Sonra, bir mektubu açtı ve zaten ezbere bildiği satırları yeniden okudu:
“Seni ilk gördüğüm andan itibaren seviyorum. İçimde ılık bir rüzgâr gibi esiyor sözcüklerin. Bakışların kalbimde bir resim gibi sabitleniyor, anı olup her dakikamda bana ışık veriyor. Ellerini tuttuğum zaman, kendi ellerimi sanki ilk kez hissediyorum.
Ben kendimi sende buluyorum Ayfer!
Sonra yine sende kayboluyorum!
Seni hissetmek, her şeyi kaybetmek gibi… Her şeyi uğruna tek kalemde feda etmek gibi… Sadece sen gidince tekrar etrafımı sarıyor öteki sesler. Sadece sen yokken duyuyorum kuşların kanat seslerini, fark ediyorum zamanın akışını...
Ama bir de yanımda sen varsan, ben bile yok gibiyim Ayfer”
Ve bir ses:
“Ayfer?”
Kocasıydı.
İrkildi.
Kalktı, toparlandı.
İşten eve dönen Cevdet odaya girene kadar, Ayfer hızlıca kendine çeki düzen verdi. Kocası yanına oturduğunda, beyaz kutu hala yatağın üzerindeydi.
“Nasılsın hayatım?”
“İyiyim, nasıl geçti günün?”
Öylesine sorulan birkaç soru ve verilen birkaç cevap, fazla vakitlerini almadı. Cevdet Ayfer’in yanağına bir öpücük kondurdu, ceketini çıkarıp beyaz kutunun üzerine attı ve banyoya girdi.
Ayfer’e düşen sessizce kalkmak, hem ceketi hem de kutuyu yerine yerleştirmek oldu. Birlikte akşam yemeğini yediler, biraz televizyon izleyip uyudular.
Ertesi gün Ayfer kutudan başka bir mektup çıkardı:
“Senden başka her şey hayal gibi… Rüya gibi… Aşkın kölesi misali, kurban ettim sana yüreğimi, ellerimi, kokumu, sesimi ve sözcüklerimi. Sadece sen duyasın diye konuşmak, sadece sen tutasın diye uzatmak istiyorum ellerimi.”
Şimdi, şu an, bu gencecik delikanlıyı yanında görmek için neler vermezdi! O kadar özlemişti ki onu! Bu aşkın ağırlığıyla eziliyordu kalbi. Ancak buna son vermenin bir yolunu bulmalıydı.
Hemen kocasını aradı:
-“Aşkım seni özledim!”
-“Ayfer? İyi misin? Evden çıkalı iki saat oldu hayatım! Bir şey mi oldu?”
-“Beni hâlâ seviyor musun?”
-“Ayfer şu an toplantıdayım. Ne olduğunu söyleyecek misin?”
-“Ben seni seviyorum.”
-“Toplantım biter bitmez arayacağım seni. Tamam mı?”
Telefonu kapadı. Ayfer ağlıyordu. Aşkını da özlemini de taşıyamaz haldeydi. Kelimeler boğazına takılıyor, kalbini sıkıştıran acının çaresini bulamıyordu. Kimsenin onun yanında kavuşulmaz aşklardan, imkânsız sevgilerden bahsetmeye hakkı yoktu. Yirmi yıldır evli olduğu adam, bir yabancıdan başkası değildi. Oysa o, bir zamanlar âşık olduğu o genci unutamıyordu. Derdini kimseye anlatamamanın ağır yüküyle yaşamaya mecburdu. Onu kim anlayabilirdi ki? Kiminle konuşmaya kalksa ona, “Ayfer deli misin? Âşık olduğun o gençle, evli olduğun adam aynı kişi! İnsan kocası için aşk acısı çeker mi?” derdi. Kimse bilemezdi, kimse göremezdi ki âşık olduğu gençle, evli olduğu adam aynı kişi değildi. Cevdet artık çok değişmişti! Ve bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.
Ayfer bunu biliyordu.
Ayfer özlüyordu.
Ayfer ağlıyordu.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 18.12.2011 Ankara)
SİZE NOEL BABA DİYEBİLİR MİYİM?
Aziz Nikolas, çok garip bir kâbusun etkisiyle, yerinden zıplayarak uyandı. Anadolu’da dalga dalga yayılan ünü, dindar kişiliğinin mütevazılığına o kadar ters düşüyordu ki! Kimi zaman kaderin kendisini getirdiği noktaya inanamıyordu. Oysaki o değil miydi ailesinin bütün mal varlığını fakirlere dağıtarak inzivaya çekilmek isteyen, o değil miydi kendisini kiliseye adayarak Tanrı’ya ulaşmayı hedefleyen. Ne olmuştu da bu kadar ünlü olmuştu? İnsanların kendisinden beklentileri neden bu kadar artmıştı?
Yatağından kalkıp pencereyi açtı. Birazcık temiz havayla içini ferahlatmaya ihtiyacı vardı. Gördüğü kâbusu unutmak için anılarını tazelemeye başladı. Ta çocukluk dönemine gitti. Ailesinin zenginliğinden utandığı günleri, portakal ağaçlarıyla dolu bahçenin ortasındaki kocaman evi hatırladı. Tüccar babasının zekâsını, annesinin sevgi dolu kalbini almıştı. Arkadaşları tarafından sevilen, büyükleri tarafından örnek gösterilen çocukluğunda bile onu rahatsız eden bir şeyler vardı. Diğer insanlar mutsuzken o mutlu olamıyordu. Gün be gün içine kapanık bir genç olmaya başlamışken Hıristiyanlık ile tanıştı.
İlk tepkiyi anne ve babasından gördü! M.S. 280’li yıllarda, putperestliği benimsemiş Roma İmparatorluğu’nda tek Tanrılı bir dini seçmek, cefa dolu bir hayata adım atmanın en kestirme yoluydu şüphesiz! Vah zavallı annesi… Günlerce ağlamıştı. Oysaki Nikolas bu seçimi ile içindeki susamışlığa bir pınar bulduğuna inanıyordu, kararından dönmedi. Önceleri o da Anadolu Hıristiyanları gibi bunu diğer insanlardan saklama, yani inancını gizleme yoluna gitti. Anne ve babası öldükten sonra, onu o lüks yaşama bağlayan hiçbir şey kalmamıştı. Böylece, kendine kalan mirasın tamamını fakirlere dağıtarak bir süre ortadan kayboldu. Zenginlik, ihtişam, rahat yaşam ve göz önünde olmak ona göre değildi! Ama insanoğlu işte… İstediğini değil, kaderini yaşar. Münzevi yaşamak için attığı her adım, verdiği her sadaka, yardım elini uzattığı her insan, söylediği her söz, onun daha çok tanınmasına neden oluyordu.
Paganlara ve putlara karşı duruşu, onu dikkat oklarının merkezi yaptı. Özellikle o gemi yolculuğunda yaşananlar yok mu? İmparator Diocletianos’un kulağına kadar gitti. İmparator, fırtınadan batmak üzere olan bir geminin Nikolas’ın duasıyla kurtulduğunu duyunca olanlar olmuştu. Aziz unvanı ile birlikte Nikolas zindanda senelerce kaldı. Zindanda kaldığı sürece Aziz Nikolas diğer mahkûmlara da yardımcı oldu. Kısa sürede bütün hapishane, küçük bir Hıristiyan kilisesi gibi inançlı insanların mekanı haline gelmişti. İmparator bundan da rahatsız oldu. Aziz Nikolas’ı astırmak istedi ancak halkın direnişiyle karşılaştı, Antalya Demreliler ayaklanmıştı. Tek çare Aziz Nikolas’ı salıvermekti ancak bütün zindan arkadaşları özgürlüğüne kavuşmadan Nikolas’ın oradan çıkmaya niyeti yoktu. Oradan çıkınca ne mi oldu? Tabii ki daha ünlü oldu. Ruhban olmamasına rağmen, kiliseye piskopos seçildi.
Şimdi de Psikopos Nikolas, gördüğü kâbusun etkisiyle evinin kiliseye bakan pencerede öylece duruyordu. Gördüğü kâbusun yorumuna gelince… Size onun kaderinin geri kalan kısmını anlatayım mı?
Aziz Nikolas, 340’lı yıllarda ölecek ve naaşı kilisenin bahçesine defnedilecek. Yüzyıllar içinde, gün gelecek Hıristiyanlık Anadolu topraklarından Avrupa’ya yayılacak. Mitolojik hikâyeler dinlemeye alışmış Avrupalılar, ilk dönem Hıristiyan Azizlerinin geldiği mânevi nokta kıssalarını, bilindik pagan hikâyeleriyle karıştıracaklar. Gerçekleştirdikleri mûcizeleri ballandıra ballandıra anlatmak varken, azizlerin yaymaya çalıştıkları öğretilerden kime ne canım? Kulaktan kulağa fısıltılar dolaşmaya başlayacak, sonucunda her şehre ayrı bir aziz seçilecek. Şehre aziz seçmek kolay da, bu azizlerin hepsinin Anadolu’da olması sıkıntı tabii... Birkaç yıl iki kıta arasında hacı olmak için mekik dokunduktan sonra, akıllara enteresan bir fikir gelecek! “Neden biz onların ayağına gidiyoruz ki? Onlar buraya gelsin!” denilecek ve buldukları bütün aziz mezarları yağmalanacak. İtalyan hırsızlarının eli, bir haçlı seferi sırasında Aziz Nikolas’ın mezarına da uzanacak. Yıl, 1087. Aziz Nikolas’ın kemiklerinin “bir kısmı” doğduğu ve gömüldüğü topraklardan çıkarılıp, kaçırılacak. Doğruca Avrupa’da seçildiği şehre, sözüm ona koruyuculuk yapmaya...
Kimilerinin kaderi ölünce başlar.
Efsaneler efsaneleri doğuracak. En kötüsü de, Aziz Nikolas’ın hayatı boyunca karşı durduğu pagan inançlarının bir parçası gibi anılması olacak. İskandinav mitolojisindeki Tanrı Odin’e tapamayanlar, yerine bilin bakalım kimi koyacaklar? Sonra söylentiler alıp başını gidecek. Vay efendim, ren geyikleriyle uçuyormuş; vay efendim, bacalardan iniyormuş; vay efendim her yılbaşı hediye dağıtıyormuş… Özbeöz Antalyalı Aziz Nikolas için Kuzey Kutbu’nda yaşıyor bile diyecekler. Meğerse adı da Noel Baba’ymış!.. 1863 yılında Amerikalı karikatürist Thomas Nast, haftalık bir dergide ona değişik bir imaj ve bir misyon yükleyecek. Kürklü kıyafetler, yüksek siyah botlar ve garip bir şapka... Noel Baba karikatür kahramanı olarak çok ses getirecek. Hatta reklâm artisti bile olacak. 1900’lü yıllarda devreye giren Cola’nın büyük iletişim kampanyası yıllarca unutulmayacak. Büyük bir sponsorluk desteğiyle o zamana kadar yeşil olan Noel Baba kıyafetleri, markanın renklerine uygun olarak, kırmız-beyaza dönüşecek. Sonra ver elini Hollywood!.. Ve Noel Baba dünya çapında ünlü bir aziz olacak. Onun hatırına her yılbaşı şöminelerin üzerine renkli çoraplar asılacak. Anne babalar kredi kartına taksitle çocuklarının istedikleri hediyeleri alacaklar. Çocuklar bu hediyeleri, uçan ren geyiklerinin çektiği kızakla dolaşan, çatılarına konan ve bacalarından inen tonton bir azizin getirdiğini sanacak. Ben Nikolas’ın zavallı kemikleri sızlıyor mudur acaba diye düşünürken, bütün Hıristiyan âlemi yeni yılı kutlayacak!
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 10.01.2012)
Yatağından kalkıp pencereyi açtı. Birazcık temiz havayla içini ferahlatmaya ihtiyacı vardı. Gördüğü kâbusu unutmak için anılarını tazelemeye başladı. Ta çocukluk dönemine gitti. Ailesinin zenginliğinden utandığı günleri, portakal ağaçlarıyla dolu bahçenin ortasındaki kocaman evi hatırladı. Tüccar babasının zekâsını, annesinin sevgi dolu kalbini almıştı. Arkadaşları tarafından sevilen, büyükleri tarafından örnek gösterilen çocukluğunda bile onu rahatsız eden bir şeyler vardı. Diğer insanlar mutsuzken o mutlu olamıyordu. Gün be gün içine kapanık bir genç olmaya başlamışken Hıristiyanlık ile tanıştı.
İlk tepkiyi anne ve babasından gördü! M.S. 280’li yıllarda, putperestliği benimsemiş Roma İmparatorluğu’nda tek Tanrılı bir dini seçmek, cefa dolu bir hayata adım atmanın en kestirme yoluydu şüphesiz! Vah zavallı annesi… Günlerce ağlamıştı. Oysaki Nikolas bu seçimi ile içindeki susamışlığa bir pınar bulduğuna inanıyordu, kararından dönmedi. Önceleri o da Anadolu Hıristiyanları gibi bunu diğer insanlardan saklama, yani inancını gizleme yoluna gitti. Anne ve babası öldükten sonra, onu o lüks yaşama bağlayan hiçbir şey kalmamıştı. Böylece, kendine kalan mirasın tamamını fakirlere dağıtarak bir süre ortadan kayboldu. Zenginlik, ihtişam, rahat yaşam ve göz önünde olmak ona göre değildi! Ama insanoğlu işte… İstediğini değil, kaderini yaşar. Münzevi yaşamak için attığı her adım, verdiği her sadaka, yardım elini uzattığı her insan, söylediği her söz, onun daha çok tanınmasına neden oluyordu.
Paganlara ve putlara karşı duruşu, onu dikkat oklarının merkezi yaptı. Özellikle o gemi yolculuğunda yaşananlar yok mu? İmparator Diocletianos’un kulağına kadar gitti. İmparator, fırtınadan batmak üzere olan bir geminin Nikolas’ın duasıyla kurtulduğunu duyunca olanlar olmuştu. Aziz unvanı ile birlikte Nikolas zindanda senelerce kaldı. Zindanda kaldığı sürece Aziz Nikolas diğer mahkûmlara da yardımcı oldu. Kısa sürede bütün hapishane, küçük bir Hıristiyan kilisesi gibi inançlı insanların mekanı haline gelmişti. İmparator bundan da rahatsız oldu. Aziz Nikolas’ı astırmak istedi ancak halkın direnişiyle karşılaştı, Antalya Demreliler ayaklanmıştı. Tek çare Aziz Nikolas’ı salıvermekti ancak bütün zindan arkadaşları özgürlüğüne kavuşmadan Nikolas’ın oradan çıkmaya niyeti yoktu. Oradan çıkınca ne mi oldu? Tabii ki daha ünlü oldu. Ruhban olmamasına rağmen, kiliseye piskopos seçildi.
Şimdi de Psikopos Nikolas, gördüğü kâbusun etkisiyle evinin kiliseye bakan pencerede öylece duruyordu. Gördüğü kâbusun yorumuna gelince… Size onun kaderinin geri kalan kısmını anlatayım mı?
Aziz Nikolas, 340’lı yıllarda ölecek ve naaşı kilisenin bahçesine defnedilecek. Yüzyıllar içinde, gün gelecek Hıristiyanlık Anadolu topraklarından Avrupa’ya yayılacak. Mitolojik hikâyeler dinlemeye alışmış Avrupalılar, ilk dönem Hıristiyan Azizlerinin geldiği mânevi nokta kıssalarını, bilindik pagan hikâyeleriyle karıştıracaklar. Gerçekleştirdikleri mûcizeleri ballandıra ballandıra anlatmak varken, azizlerin yaymaya çalıştıkları öğretilerden kime ne canım? Kulaktan kulağa fısıltılar dolaşmaya başlayacak, sonucunda her şehre ayrı bir aziz seçilecek. Şehre aziz seçmek kolay da, bu azizlerin hepsinin Anadolu’da olması sıkıntı tabii... Birkaç yıl iki kıta arasında hacı olmak için mekik dokunduktan sonra, akıllara enteresan bir fikir gelecek! “Neden biz onların ayağına gidiyoruz ki? Onlar buraya gelsin!” denilecek ve buldukları bütün aziz mezarları yağmalanacak. İtalyan hırsızlarının eli, bir haçlı seferi sırasında Aziz Nikolas’ın mezarına da uzanacak. Yıl, 1087. Aziz Nikolas’ın kemiklerinin “bir kısmı” doğduğu ve gömüldüğü topraklardan çıkarılıp, kaçırılacak. Doğruca Avrupa’da seçildiği şehre, sözüm ona koruyuculuk yapmaya...
Kimilerinin kaderi ölünce başlar.
Efsaneler efsaneleri doğuracak. En kötüsü de, Aziz Nikolas’ın hayatı boyunca karşı durduğu pagan inançlarının bir parçası gibi anılması olacak. İskandinav mitolojisindeki Tanrı Odin’e tapamayanlar, yerine bilin bakalım kimi koyacaklar? Sonra söylentiler alıp başını gidecek. Vay efendim, ren geyikleriyle uçuyormuş; vay efendim, bacalardan iniyormuş; vay efendim her yılbaşı hediye dağıtıyormuş… Özbeöz Antalyalı Aziz Nikolas için Kuzey Kutbu’nda yaşıyor bile diyecekler. Meğerse adı da Noel Baba’ymış!.. 1863 yılında Amerikalı karikatürist Thomas Nast, haftalık bir dergide ona değişik bir imaj ve bir misyon yükleyecek. Kürklü kıyafetler, yüksek siyah botlar ve garip bir şapka... Noel Baba karikatür kahramanı olarak çok ses getirecek. Hatta reklâm artisti bile olacak. 1900’lü yıllarda devreye giren Cola’nın büyük iletişim kampanyası yıllarca unutulmayacak. Büyük bir sponsorluk desteğiyle o zamana kadar yeşil olan Noel Baba kıyafetleri, markanın renklerine uygun olarak, kırmız-beyaza dönüşecek. Sonra ver elini Hollywood!.. Ve Noel Baba dünya çapında ünlü bir aziz olacak. Onun hatırına her yılbaşı şöminelerin üzerine renkli çoraplar asılacak. Anne babalar kredi kartına taksitle çocuklarının istedikleri hediyeleri alacaklar. Çocuklar bu hediyeleri, uçan ren geyiklerinin çektiği kızakla dolaşan, çatılarına konan ve bacalarından inen tonton bir azizin getirdiğini sanacak. Ben Nikolas’ın zavallı kemikleri sızlıyor mudur acaba diye düşünürken, bütün Hıristiyan âlemi yeni yılı kutlayacak!
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 10.01.2012)
YAKASIZ GÖMLEK GİYİNMEK
Çok şanslıydım, o ne yaptığını bilen, iyi bir Gassal’di. Benim gibi kimsesiz, yaşlı bir ölü için bulunmaz bir son arkadaştı. Teneşirdeki cansız bedenimle tanıştığım bu insan, bana olan son görevini yapan vefakâr bir dost gibi davranıyordu. Beni ilk gördüğünde, el ve ayaklarıma dikkatli dikkatli baktı. Yardımcısına dönüp;
“Ölen iyilerdense, elleri ayakları yeşillenir. Bak, aynen böyle olur.” dedi.
Oysaki yardımcı o an bambaşka, içsel bir dünyadaydı. Yaptığı işi kerhen yapıyor, otomatiğe bağlı bir robot gibi hareket ederek, kendini ortamdan soyutlamayı çok iyi beceriyordu. Kendinden yaşça çok büyük ustasının yüzüne şöyle bir baktıktan sonra, bıçakla üzerimdeki giysileri keserek çıkardı. Çıplak kalan bedenime kefenimden beyaz bir parça örttüler. Âdetten midir, yoksa içinden mi geldi bilemedim; Gassal, bir dua mırıldanmaya başladı. Sonra durdu, derin nefes aldı ve aslında kendi kendine konuştuğunu bile bile yardımcısına:
“İnsanlar değişik yüz ifadeleriyle ölürler. Allah rahmet eylesin, merhumun yüzünde, şu halinde bile, huşû var.”
Belli ki yardımcıya göre Gassal’in sözleri, batıl, kulak ardı edilmesi gereken, kocakarı masallarından başka bir şey değildi. O yüzden kayıtsızca abdest suyumu ılıştırmaya koyuldu. O suyu ılıştırırken Gassal, birkaç kalıp sabunu parçalara ayırdı.
-“Biz bir nevi onların ebeleriyiz evlat! Anne rahminden dünyaya doğan bir bebeği ebesi nasıl yıkarsa, biz de onları öyle yıkar, sonraki hayatlarına hazırlarız. Son yolculuklarının ilk hizmetkârlarıyız.”
Saygısına olan minnetimi ne yazık ki göstermemin bir yolu yoktu. Yanlarında sessizce durup bedenimi yıkamalarını seyrettim. Naaşım temizlendikçe kendimi, daha doğrusu artık sadece ruhtan ibaret kalmış benliğimi, hafiflemiş hissediyordum. Gassal ve yardımcısının cansız bedenime yakasız beyaz gömleği giydirmesiyle, ruhum da kıyafet giyinmişçesine beklenen beyazlığına büründü. Onun göremediği elimi omzuna koydum. Kendimce küçük bir teşekkürdü bu. Sonra garip bir şey oldu ve Gassal’in gözleri doldu.
“Bu işlem önemlidir evlat. Ölünün yüzündeki son ifadeyi görmek, son abdestini aldırmak, onu hazırlamak kutsaldır. Ben babamı çok küçükken savaşa gönderdim, bir daha ondan haber alamadım. O yıkandı mı, kefenlendi mi, nasıl defnedildi bilmiyorum. Ama şehit olduğu için kanı onu temizler di mi evlat? Melekler onu kefenler di mi?”
İşte o zaman, burada bulunup onları izleyişimin bir nedeni olduğunu anladım. Gassal’in kulağına eğilip, yardımcının vermediği cevabı yüksek sesle söyledim:
“Evet, evet! Şehitler, öteki âlemde bizim gibi değil, muhteşem karşılanırlar. Senin yıkadığın her bedenin sevabı, hediye ettiğin babanın ruhuna muhakkak gider. İçin rahat olsun. Senden ona selam götüreceğim.”
Gassal’in kulağı beni duymadı ama biliyorum ki ruhunun derinliklerindeki bir ses ona artık merak etmemesi gerektiğini söyleyecekti. Her şey tamamlandıktan sonra, bedenimle birlikte kabrime doğru yol alma vaktim gelmişti. Cevaplamam gereken suallerle dolu gece başlamadan, ilk sorunun cevabını doğru verdiğimi biliyordum.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 12.01.2012)
“Ölen iyilerdense, elleri ayakları yeşillenir. Bak, aynen böyle olur.” dedi.
Oysaki yardımcı o an bambaşka, içsel bir dünyadaydı. Yaptığı işi kerhen yapıyor, otomatiğe bağlı bir robot gibi hareket ederek, kendini ortamdan soyutlamayı çok iyi beceriyordu. Kendinden yaşça çok büyük ustasının yüzüne şöyle bir baktıktan sonra, bıçakla üzerimdeki giysileri keserek çıkardı. Çıplak kalan bedenime kefenimden beyaz bir parça örttüler. Âdetten midir, yoksa içinden mi geldi bilemedim; Gassal, bir dua mırıldanmaya başladı. Sonra durdu, derin nefes aldı ve aslında kendi kendine konuştuğunu bile bile yardımcısına:
“İnsanlar değişik yüz ifadeleriyle ölürler. Allah rahmet eylesin, merhumun yüzünde, şu halinde bile, huşû var.”
Belli ki yardımcıya göre Gassal’in sözleri, batıl, kulak ardı edilmesi gereken, kocakarı masallarından başka bir şey değildi. O yüzden kayıtsızca abdest suyumu ılıştırmaya koyuldu. O suyu ılıştırırken Gassal, birkaç kalıp sabunu parçalara ayırdı.
-“Biz bir nevi onların ebeleriyiz evlat! Anne rahminden dünyaya doğan bir bebeği ebesi nasıl yıkarsa, biz de onları öyle yıkar, sonraki hayatlarına hazırlarız. Son yolculuklarının ilk hizmetkârlarıyız.”
Saygısına olan minnetimi ne yazık ki göstermemin bir yolu yoktu. Yanlarında sessizce durup bedenimi yıkamalarını seyrettim. Naaşım temizlendikçe kendimi, daha doğrusu artık sadece ruhtan ibaret kalmış benliğimi, hafiflemiş hissediyordum. Gassal ve yardımcısının cansız bedenime yakasız beyaz gömleği giydirmesiyle, ruhum da kıyafet giyinmişçesine beklenen beyazlığına büründü. Onun göremediği elimi omzuna koydum. Kendimce küçük bir teşekkürdü bu. Sonra garip bir şey oldu ve Gassal’in gözleri doldu.
“Bu işlem önemlidir evlat. Ölünün yüzündeki son ifadeyi görmek, son abdestini aldırmak, onu hazırlamak kutsaldır. Ben babamı çok küçükken savaşa gönderdim, bir daha ondan haber alamadım. O yıkandı mı, kefenlendi mi, nasıl defnedildi bilmiyorum. Ama şehit olduğu için kanı onu temizler di mi evlat? Melekler onu kefenler di mi?”
İşte o zaman, burada bulunup onları izleyişimin bir nedeni olduğunu anladım. Gassal’in kulağına eğilip, yardımcının vermediği cevabı yüksek sesle söyledim:
“Evet, evet! Şehitler, öteki âlemde bizim gibi değil, muhteşem karşılanırlar. Senin yıkadığın her bedenin sevabı, hediye ettiğin babanın ruhuna muhakkak gider. İçin rahat olsun. Senden ona selam götüreceğim.”
Gassal’in kulağı beni duymadı ama biliyorum ki ruhunun derinliklerindeki bir ses ona artık merak etmemesi gerektiğini söyleyecekti. Her şey tamamlandıktan sonra, bedenimle birlikte kabrime doğru yol alma vaktim gelmişti. Cevaplamam gereken suallerle dolu gece başlamadan, ilk sorunun cevabını doğru verdiğimi biliyordum.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 12.01.2012)
Subscribe to:
Posts (Atom)