Friday, March 15, 2013

UNUTTUKLARIN, KALDI İÇİMDE

Aslında zamanla daha az şey hatırlamak büyük bir nimet olsa gerek. Bu yüzden Sinan’a çok özeniyorum. O söyler, yapar, yaşar ve unutur. Hatırlatmaya çalıştığımda sadece boş gözlerle bakar. Ben haybeye çırpınırım. Hatta bu uğraşılarımı da küçümser. Eskiye takılmış kalmış ya da onu hatırlamadığı sözlerle kendine bağlamaya çalışan bir muamelesi yapar. “Neyse ne? Nereden aklına geldi şimdi? Söylediysem bile hatırlamıyorum.” der ve yaptıklarının söylediklerinin sorumluluğunu almaz.
 
Oysa sözler çok önemlidir benim için... Bir insana bağlanma nedenim bile olabilir. Sinan ise hayatıma giriş kapısı olarak kullandığı vaatleri, o kadar çabuk unuttu ki...
 
Şimdi “Bıktım senden!” diyor umarsızca.
 
Üç yıl önce, 14 Eylül 2010; “Bu gelip geçici bir heves değil. Bir hayat boyu beraber olacağız.” demişti.
 
Bir şeyler düğümleniyor boğazıma, önünde ağlamak istemiyorum. Bıkmış bir insana, bunu saygısızca yüze vuran bir insana haykırsam ne faydası olur ki? Ödetmeye kalksam, bunun bedeli ne olabilir? Gözlerindeki bakışa takılıyorum. Haşin ve sabit gözlerimin içine bakıyor. Dudaklarının sessizliği ile gözlerinin feryadı birbirine karışmış durumda. Öfkesi bürüyor dört bir yanımı. Zalimliği dağlıyor yüreğimi. Hafızama o görüntünün kazınmasını istemiyorum. Başımı önüme eğiyorum. Suçlu benmişim gibi... Gözlerimi yumar yummaz, başka bir anı beliriyor zihnimde;
 
8 Haziran 2010; Ellerimi tutup dudaklarına götürüşü ve gözlerimin içinden kalbime süzülüşü. O bakışta aşk olduğuna o kadar emindim ki...
 
“Artık başka biri var hayatımda.” diyor, canımı ne kadar yaksa kârdır mantığıyla.
Durup düşünüyorum. Onu bu kadar öfkelendirecek ne yapmış olabilirim? Bir bir hatırlıyorum her şeyi.
 
Ankara'da kendi ayaklarımın üzerinde kör topal ilerlemeye çalışırken tanışmıştık. Önceleri pek dikkatimi çekmemişti. İlk görüşte âşık olmak mayası yoktur benim toprağımda. Zor severim, zor yıkarım duvarlarımı. Büyük bir savaş veririm kendimle. Korkarım kırılmaktan. Çünkü bilirim ki, dokunulmazlığı vardır aşkın. Bilirim ki, sevmek sergilemek demektir; gözle görülmeyenleri… Tutsaklık demektir. Kalbimde bir zincir vardır da, onunla prangalar beni sevdiğim kişi. “Hep bana ver” diyerek bakanlar yaklaşamaz ama hayatıma bir giren de almadan gitmez umutlarımı, hayallerimi… Umut ve hayal o kadar değersizdir ki kimileri için, “Bu da ilişki miydi?” demeyi ihmal etmezler nankörce! Onların almayı bekledikleriyle, benim sunduğum hazine çok farklıdır çünkü… Malzeme değildir, saf özlem. Elle tutulamaz. Gözleriyle göremediklerini, bırakır giderler şuursuzca. Bilirim. Bilmek fayda etmez. Uyarmadan sevemem kimseyi.
 
Onu da uyarmıştım.
 
10 Mayıs 2010; “Sen çok kırılgansın. Farkındayım. Ama bundan sonra ben varım korkma. Ailenden bile fazla düşünüyorum seni. Güven bana.” demişti.
 
Az kaçmamıştım ondan. İnceden gönlüme sızmaya başladığını fark ettiğimde, aklıma danışarak ilerlemiştim hep. Sordum, sorguladım, inceledim. Gördüklerimi süzdüm.
 
29 Ağustos 2010 “Yapma!” dedim, “Ben hayatla tek başıma zor mücadele veriyorum. Sense kendine bir eğlence arıyor olabilirsin. Eğer öyleyse yapma!”
 
Telefondaki sesi ciddiydi; “Hayalin gözlerimin önünden gitmiyor. O kadar canlısın ki karşımda... Saçlarını okşayabiliyorum sanki...”
 
Ben ne kadar sakınsam o, o kadar hayatıma girmeye çalışıyordu. Âşık gibiydi belki de gerçekten âşıktı bilemiyorum, derken... Güzel başlamıştı. Aşk kötü başlar mı zaten? Sevdim, hem de çok sevdim. Bir müddet bunu ne kendime ne de ona itiraf ettim. Uzaktan uzağa karşılık buldu hislerimiz. Ruhum coşuyordu. Bedenim güç buluyordu. Cesaret, güven veriyordu onun yanımda olması.
 
3 Temmuz 2011; “Peki” dedim “Peki ben varım! Seni seviyorum!”
 
“Ben de seni seviyorum! Bir tanem!” diye cevap verdi.
 
Şimdi ise ayağa kalkmış, ceketini giyiniyor. Bir ilişkiye iki kişi başlamak zorunluyken, tek kişinin bitirebilmesini garip buluyorum.
 
8 Eylül 2011 geliyor aklıma;
“Sensiz yapamıyorum!” diye yakınmıştım.
 
“Bir daha söyle! Duymaya çok ihtiyacım var!” demişti.
 
Hafızam unutmuyor; o mutluluğu unutmuyorum ne yazık ki! Onun o hallerini, o dokunuşlarını, o bakışlarını, telefonum çaldığında atan kalbimin hızını unutamıyorum.
 
Şu an karşımda kavga çıkarmaya çalışan hâli bile unutturamıyor bana o günleri. Üstelik daha neler neler var, onun beynime kazıdığı! Kafamı iki yana sallayıp aklımı dağıtmaya çalışıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Eliyle omuzlarımdan tutup beni kenara itiyor. Geçip gidiyor yanımdan. Ağlıyor muyum, üzgün müyüm farkında değil. Değerimi yitirmişim çoktan. Başkası var ya benden daha önemli olan, onun yanına gidiyor.
 
“Bunca yılım işkence gibi geçti yanında! Üç yıl boyunca... Ağzını her açtığında, sinirlerim bozuluyor. Neden bilmiyorum! Sana katlanamıyorum artık!” diyebiliyor.
Öfkeli ama rahat. Utanmıyor, sakınmıyor.
 
Anlıyorum, neden bahsettiğini. Onu özlediğim zamanlar, söylenmem ‘dırdır’ olmaya başlamıştı artık onun için.
 
24 Ocak 2013; “Sinan seni özledim neden gelmiyorsun artık?”
 
“Sıkma beni üç haftadır görüşmüyorsak ne olmuş? İşim var benim!”
 
Acımasızca, yaptığı diğer haksızlıklar da geliyor aklıma...
Susuyorum.
Yutuyorum sözcükleri. Her zaman yaptığım gibi...
Yanımda istemiyorum onu artık ama canıma yapışan bu aşka ne olacak? Bilemiyorum!
 
Kapıya uzanıyor. Açıyor. Çıkmadan bir soru soruyorum. Ne diyeceğini değil, nasıl bakacağını merak ettiğim için;
 
“Hani, bir ömür boyu sürecekti?” diyorum.
 
“Efendim?” diyor.
 
Gözlerinde sadece unutkanlık görüyorum. Ona en son aldığım ve hiç kullanmadığı hediyenin yerini sorsam ancak böyle bakardı. Boş boş ve anlamsız...
 
“Artık sadece işine odaklan. Boş ver geri kalan her şeyi.” deyiveriyor. Demekle oluyor sanki.
 
Kendisi için kolay ve basit ya… Benim için de basit her şey sanki. Kendisi unuttu ya, ben niye hatırlıyorum ki? O bitirdiyse, bana da arkamı dönüp çekip gitmek kalıyor. Bir varmış bir yokmuş sevgisinin cezasını bana kesiyor. Hesap sormaya bile hakkım yok. Gözyaşlarımı yalnız akıtmalıyım bundan böyle.
 
O yüzden;
“Sen gelmeden önce zaten, sadece işim için yaşıyordum! Neden karşıma çıkıp kalbimi, aklımı karıştırdın?” diye soramıyorum.
 
Kapıyı kapatıp çıkıp gidiyor.
 
Ben kalıyorum.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi
Hikâye Atölyesi 14.03.2013)

2 comments:

Yusuf Aygün said...

Bu satırlar neden bu kadar hüzünlü ve sitemkar? Bu hikayeler, sanki, bağrından çıktığı sinenin yaşanmış kırgınlıklarını dışa vuruyor ve üzülmüşlüklerinin derin izlerini taşıyor.. Biraz da neşeli hikayeler,güzel anılar duymak isteriz... Kara bulutların ardındaki güneşi hep özlemle anmak değil,onun umut pırıltılarına da ihtiyacımız var.. Hikayelerin her zamanki gibi çok güzel, çok berrak ve akıcı... Eline sağlık...Fakat bazen de hikayeler biraz neşeli olursa; baharda açan çiçeklerin parıldaması, yeniden hayata gülümsemesi gibi bizim de yüzümüzde tebessüm ve umut parıltısı çiçeklenirse, damağımızda buruk değil de tatlı bir tat bırakırsa güzel olur diye düşünüyorum.. Biraz da neşeli hikayeler dinlemek isteriz sizden Hatice Hanım... Tabiiki takdir siz yazarın, istediğinizi yazmakta sınırsız özgürlüğünüz var... Benimki sadece bir temenni...

Hatice Üzgül said...

Kusura bakmayın, internetsiz ortamdaydım bir süredir. Yorumunuzu yeni görüyorum :) Teşekkürler ilginiz ve temenniniz için. Bir sonraki hikayem komik olacak sizin hatırınız için. Bana birkaç gün verin, yeter :)))