Friday, March 15, 2013

Yıllar Önce

Bir iş bir insana ağır geliyorsa... Bu kişi beceriksizliğinden ötürü başkalarını haksız yere suçluyorsa... Sorumlulukları o kişiyi gerim gerim geriyorsa... Görevini yapacak gücü kendinde bulamıyorsa... Altında çalıştırdığı kişiler, işe o kişiden daha fazla hâkimse... Elemanlarını yönlendirmek yerine onlarla rekabete girip, kendini daha değersiz ve aşağılık hissediyorsa... Ancak bu şartlar altında böyle bir tablo çıkardı ortaya. Çalıştığım iş yeri, gün geçtikçe katlanılmaz bir hâle gelmeye başlamıştı. Eski müdürümüz Halil Bey’i özlüyordum. Patronumuz Aysel Hanım ile Halil Bey arasında çıkan küçük bir tartışmanın bizleri bu noktaya getirebileceğini kim tahmin ederdi ki? Halil Bey, sinirlenip bir anda ofisi terk etmişti. O günden sonra Halil Bey bir müddet işsiz kaldı, bu boşluğun tadına varmak için tatile çıktı. Ne patronun keyfi kaçmıştı ne de daha sonra yeni bir iş bulacağından emin olan Halil Bey’in... Olan bize olmuştu. Bu sorunlu yeni müdürle baş başa kalmıştık.
 
Yaptığımız işi yeni müdürden daha iyi yapmak suçtu. Çünkü meğerse, aldığı hatalı bir karar karşısında fikirlerimizi sunup, öneride bulunmamız onu en çok kızdıran şeymiş. Bizim haklı olduğumuzu biliyordu; patrona karşı mahcup olmamak için bizim fikirlerimizi uygulamaya sokuyordu, oysa içten içe kaynayan bir volkanik dağ gibiymiş. Bunu bilemezdik. Çünkü öfkesi anında tepemizde patlamıyordu. Önce, yılışık yılışık, iki yüzlü bir şekilde yüzümüze gülümsüyordu. Her şey yolunda sanıyorduk. Biz üstümüze düşeni yapmış, firmayı olası bir krizden kurtarmıştık ne de olsa… Fakat, bütün bunların acısı sonradan çıkmaya başladı. Mesela; diyelim ki müşteri onunla değil, işi bilen kişi olarak benimle görüşmek istedi… İlk önce, toplantıda anlayışlı bir şekilde kenara çekilip imzaların atılmasını seyrediyordu. İmzalar atıldıktan sonra, küçük bir tebrik bir kenara dursun, maaşımı almakta zorlanıyordum. “Şirket dar boğazda” lafını ben Halil Bey zamanında duymamıştım. İki ay içinde iflasın eşiğine gelmemiz de mümkün olmadığından, ortada bir garez olduğu su götürmez bir gerçekti. Evet, işi iyi yapmak suçtu ama, kötü yapmak daha büyük bir problemdi. Böyle bir durumda, kendisinin müdür olduğu gerçeği ile bizim haddimizin çerçeveleri derhal bildiriliyordu. Beklediği bir fırsat eline geçmişçesine üzerimize gelmekten çekinmiyordu. Bir müddet sonra, çalışma şevkimiz, azmimiz kalmadı. Derhal, kendisine yalakalık yapan birkaç elemanı gözdesi ilan etti. Bu elemanlar işi bilmiyor, piyasanın çok altında maaş talep ederek bizi zor durumda bırakıyor ve müdürün şişik egosuna gereken takviyeyi yaptıkları için hataları görünmez hâle getiriliyordu. Bir müddet sonra ağzımızla kuş tutsak yaranamaz olduk. Patronla konuşmaya çalışmak da yersizdi. Çünkü o, böyle bir amirin arkasında durmak gibi bir hataya düştüğünü çoktan ilân etmişti bile. Yeni amirin az para talep eden yeni elemanları, onun da hoşuna gidiyordu. Biz birkaç arkadaş, yeni iş arar olduk.
 
Birkaç önemli müşteriyi firmaya bağlamama rağmen, o ay henüz maaşımı alamamıştım. Üstelik o gün, gereksiz birçok fırça yiyip, patronumun, yeni müdürümüzün ne kadar önemli bir kişi olduğu hakkında attığı nutukları dinlemek zorunda kalmıştım. Çünkü iş yerinden kopuk olan patronum, yeni müşterilerimizin başarısını müdürümüzden biliyordu. Gergindim. Ödemem gereken bir kira, faturalar ve kredi kartlarım vardı. İş bulmanın da ne kadar zor olduğunu biliyordum. Umutsuzluğa düşmemeye çalışsam da çoktan sıkıntıya düşmüştüm. Beşiktaş sahilinde, üniversite bahçesinin tam karşısında kalan bir banka oturdum. Boynum büküktü. Hüzünlü gözlerle boğaza bakakalmışım. Soğuk rüzgâr içimdeki kor kor alevleri azcık serinletiyordu. Derin bir nefes çektim. İstanbul’da yalnız yaşayan bekâr bir bayandım. O kördüğüm hâline gelmiş işe ihtiyacım vardı. Kolay mıydı o kadar, pat diye ofis değiştirmek. Özgeçmişte hiç de hoş durmuyordu; sürekli bir yerden bir yere geçmiş olmak. Zaten başka bir iş bulsam, orada sorun yaşamayacağımın garantisi var mıydı?
 
“Abe bir falına bakam, prenses!”
 
Yaşlı bir çingene ne zaman yaklaştıysa; dikilmişti tepeme. Boş bulunduğum için önce irkildim. Sonra, dalgın gözlerle yüzüne baktım. O yüzde neler yoktu ki?.. Hayatı yalamış yutmuş, her sıkıntıyı görmüş geçirmiş, artık diğer insanlarla olan ilişkisini otomatik bir müşteri-falcı kisvesine büründürmüş, anasının gözü bir kadın vardı karşımda. Hani boş bulunsanız, ayağınızdan ayakkabınızı alıp sizi çıplak ayak yürütecek tipler olur ya... İşte onlardan. Kadının omuzlarında ağır bir yük gibi taşıdığını belli ettiği yaşam tecrübesi karşısında ezildim. Kim bilir benim içinde debelendiğim problemler ona ne ıvır zıvır gelirdi.
 
İçimi dökmeye kalkıp da “Çok yalnızım, işsiz ve evsiz kalmaktan korkuyorum. Gelecek kaygım ve iş stresim beni bitiriyor!” desem,
 
“Çocuk yaştan beri tecavüze uğruyorum, evsiz olduğum için çadırda kalıyorum. Her gün fal bakmak için kilometrelerce yol yürüyorum. Sen ne diyorsun bre abla! Kime dert yanıyorsun! Seninki de dert mi?” demesi işten bile değildi.
 
Üstü başı kir pas içinde... Yamalı, sökük elbisesi havanın soğuğuna karşı savunmasız... İnatla ona fal baktırmamı istiyordu. İstediği şey benim cebimdeki paramdı. Ne kadar çok alsa, o kadar iyiydi. Kederli kederli boğazı seyrediyor olmam onu iştahlandırmış olmalıydı. Beni mutlu edecek küçük bir söze, iyi bir gelecek vaadine ne kadar ihtiyacım olduğunu metrelerce uzaktan ilk bakışta fark edecek kadar ustalaşmıştı artık. Gerçekten de konuşacak birine ihtiyacım vardı o anda. Amacım fal baktırmak değildi. Geleceği tahmin edebileceğine ihtimal bile vermiyordum. Sadece yanımda bir insan vardı işte ve bu önemli bir şeydi o sırada.
 
“Ne kadar istiyorsun?” diye sordum.
 
“Ne verirsen, güzel ablam!” diye başladı. “O kara gözlerine kurban olayım. Allah sevdiğine bağışlasın. Atasın bir beşlik…” diye bitirdi cümlesini.
 
Gitmesin, uzaklaşmasın istiyordum. İçimdeki acıyla beni baş başa bırakmasın, aklımı dağıtsın diye beş lirayı cebimden çıkardım. Uzattım sağ avucumun içini kadına doğru.
 
“Güzelsin. Akıllısın. E ne diye bu kadar efkârlanırsın.” diye söze başladı.
 
Güzel olmadığımı, para koparmak için bana iltifat ettiğini biliyordum. Oturup bir çingeneye fal baktırıp beş lira verecek kadar da salaktım. Efkârlı olduğum da herkes tarafından malum olabilecek bir gerçekti.
 
‘Çok param varmış gibi, vereceğim beş lirayı. Gitti param.’ diye geçirdim içimden. Elimi uzatmamla birlikte çoktan pişman olmuştum bile yaptığım şeye zaten!
 
“Üzülmeyesin!” dedi. “Sen çok başarılı olacaksın. Sayfa, sayfa… Bir sürü sayfa görüyorum. Yazar mısın prenses? Kitap mı çıkaracaksın, ne?” dedi.
 
Al işte... Edebiyatla ne alakam vardı ki benim? Ben kiimmmmm, kitap yazmak kimdi! Derin bir of çektim. Güncel sıkıntılarımın hiçbirine değinmemişti. İş bulacak mıydım, para kazanacak mıydım? Aşık olacak mıydım? Yookkk!... Kitap çıkaracakmışım. Pehhhh...
 
“Elin güzel, kalbin güzel. Tertemizsin. Allah boşa çıkarmaz emeklerini. Sabret! Göreceksin bak. Herkescikler alıp okuyacak senin kitabını. Merak etme!” dedi.
 
Beş lirasını verip avucumu kapattım. ‘Ben kitap yazacağım da, herkescikler alıp okuyacak kitabımı, olur şey değil.’ dedim, kendi kendime. Teşekkür bile etmeden kalkıp sahili boydan boya yürümeye başladım. Derdimi anlayacak, bana yol gösterecek kimsem yok diye düşündüm.
Haftalar sonra işten çıkarılacaktım.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi
Hikâye Atölyesi 14.03.2013)

No comments: