Saturday, April 14, 2012

GECE YOLCUSU



Cinleri de hâlis ateşten yarattı.” Rahman Suresi 15. Ayet

Yıl 1986...

“Yattım sağıma döndüm soluma. Melekler şahit olsun, dinime imanıma. Yattım Allah kaldır beni. Nurlarına daldır beni. İmanla Kuran’la gönder beni. Âmin.”

“Aferin kızıma. Bütün dualarını ezberlemiş benim bebeğim.”

“Anne duvarda asılı olan halının desenleri, gece gözlere dönüşüyor. Beni izliyor.”

“Hatice, ateşin geceleri sen uyurken yükseliyor bazen. Biliyorsun hastalığın yüzünden. Ateşi yükselen insanların hayal görmesi normaldir. İyileşince geçecek yavrum merak etme.”

“Bazen kâbus görüyorum. Bu da mı ateş yüzünden?”

“Evet. Tabii ki. Merak etme hem, sen çocuksun, günahsızsın. Melekler hep yanında olur. Her zaman korurlar seni.”

“Biliyorum. Bütün gece benim için onlarla savaşıyorlar zaten. İyi geceler anne.”

“İyi geceler.”

Annem bir konuda yanılıyordu; gördüğüm şeylerin astım hastalığıyla ya da ateşle alakası yoktu. Başka bir konuda ise yerden göğe kadar haklıydı; melekler günahsız olanı koruyorlardı. Keşke hep çocuk kalsaydım...



“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Zariyat Suresi 56. Ayet

Yıl 1993...

Nefes almak çok zordu. Astım hastalığından yeni kurtulmuş, tedaviye cevap vermiştim ancak bu sefer başka bir şey nefesimi kesiyordu. Tir tir titreyerek o simsiyah siluetin altında hareket edemeden yatıyordum. Çabalarımın hepsi boşunaydı. Boncuk boncuk terler, yüzümden süzülürken, gözyaşlarım onlara karışıyordu. İnlemek için bile dudaklarımı aralayamıyordum. Zihnimin içinde çığlıklar atsam bile, beni kimse duyamazdı. İçimden bildiğim bütün duaları okumaya başladım. Biliyordum ki birazdan ezan okunacaktı ve “o” çekip gidecekti. Çalar saat gibi hiç şaşmadan her sabah üstüme çullanan bu gölge benden ne istiyordu, tam olarak bilmiyordum. Korkuyordum.

Ve en sonunda ezan okundu. Siyah silüetin uzaklaşmasıyla, yavaş yavaş hareket edebilmeye başladım. Annemle babamın sabah namazına kalktıklarını duyuyordum, ancak yatağımdan çıkmak için gereken cesaretim yoktu. Ben oda kapısına ulaşana kadar ya tekrar karşıma çıkacak olursa?.. Yorganı kafama çekip bir müddet bekledim. Gün ışımaya başladığında hemen annemin yanına gittim. Her sabah olduğu gibi, namazdan sonra salonun bir köşesinde oturmuş mırıl mırıl Kuran okuyordu. Yanına oturup başımı omzuna koydum.

“Ne oldu kızıma?”

“Karabasan”

“Nasıl yani?”

“Anne hani seninle teravih namazına gitmiştik ya bir akşam.”

“Evet?”

“O gece namaz kıldıktan sonra, çok güzel bir rüya gördüm. Ramazan ayı bitene kadar aynı rüyayı gecenin aynı saatinde görmeye devam ettim. Rüya bitiminde ezan okunuyordu ve ben aniden uyanıyordum. İçimden bir ses namaz kılmam gerektiğini söylüyordu ama ben hep üşendim, erteledim, uyudum. Ramazan ayı bittikten sonra, gördüğüm rüya kâbusa dönmeye ve “o” gelmeye başladı. Uzun boylu, simsiyah giyinmiş, yüzünü göremediğim biri! Her gece aynı saatte… Ezandan önce...”

“Seni namaza davet ediyorlar kızım. Namaz kılmaya başla!”

“Korkuyorum anne. Namaz kıldıkça onları daha çok görüyorum. Ben görmek istemiyorum!”

Sanmıştım ki, bu görüntülerin bir düğmesi vardı da ben bütün bunlara tepki vermeyerek, o düğmeyi kapatabilecektim. Ve yine sanmıştım ki,  korkunç olan tek şey o siyah siluetti...



“Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.” Tekvîr Suresi, 29. Ayet.

Yıl 1996...

Bazı şeyler yasaksa yasaktır! Gidip elmayı yemenin lüzumu yoktu. İçimdeki falcılık tutkusunu da susturamamak benim suçumdu. İnsanların yüzüne bakarak, onlarla ilgili şaşırtıcı şeyler söylemek de nereden çıkmıştı? Ama kendimi tutamıyordum. Bazı şeyler dudaklarımdan dökülüveriyordu. Küçüklüğümden itibaren, çevremdeki insanlar benim hislerime ve sözlerime çok dikkat eder oldular. Kimi zaman kendim bile nereden geldiğini bilmediğim bilgilerin doğru çıkmasına şaşırıyordum. Ne bana ne de konuştuğum kişilere hiçbir faydası dokunmayan bir sürü şey söyledim. Söylediklerim çıktıkça korkunun yerini gurur almaya başladı. Ve siyah siluet tekrar göründü!

O kadar öfkeliydi ki, suratıma esaslı bir tokat patlattı. Tokadın acısıyla aniden irkilip, sıçrayarak uyandım. Işığı açıp aynaya baktığımda, yanağımın kızarmış olması yastığın izi yüzünden değildi! Uykular rüya ile başlıyor, rüyalar kâbusa karışıyordu. Birkaç gece üst üste o siluet rüyamda benim için yılanlarla savaştı. Bense hangi tarafı tutacağımı bilemiyordum. Yılanlara mı yardım etmeliydim yoksa ona mı? Haftalar sonra, başka bir rüyada, yılanların hepsi bedenimi sarmıştı ve ben ilk kez karabasansız uyandım.



“İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında azabın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.” Ahkaf Suresi  18. Ayet

Yıl 2000...

Artık falcılığı para karşılığı yapıyordum ve çevremde ünüm oldukça artmıştı. Bir yandan üniversite için cep harçlığım çıkıyordu, bir yandan da çevre kazanıyordum. Ama bir şeyler ters gitti ve çember kırıldı. Kâbuslarımda artık siyah siluet yoktu ancak başka şeyler vardı. Uykudan gözlerimi açınca yatağın yanında dikilen küçük insansı varlıklar! Simsiyah gözlerinin etrafında sürmeler çekili, yüzleri dövmeli, kulakları değişik, sesleri iğneli, bakışları rahatsızlık verici, başka bir âlemden gelmiş varlıklar! Uykuda değil, rüyada değil, kâbusta değil, tam karşımda!

“Haticeeeee!”

Sesleri kulaklarımda bütün gün çınlıyordu. Bir yandan hayatım tepetaklak oluyorken diğer taraftan korku dolu geceler geçirmeye başladım. İlk önceleri hayatımda ters giden şeylerden dolayı strese girdiğimi ve böyle halisünasyonlar gördüğümü düşünüyordum. Ailem benim üniversiteyi bitirmemle İstanbul’dan ayrılma kararı almışlardı. İki yıl Ankara’da kalıp bu süre içinde Sivas’ta bir köye ev yaptıracak ve tamamen kendi hayatlarına yöneleceklerdi. Peki, ben ne olacaktım? Büyük tartışmalar ve hırpalanmalar yaşandı. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, gördüğüm şeyler strese bağlı olabilirdi! Işığı kapatınca uyumamı bile beklemeyen, sesler ve görüntüler...

“Lütfen anne beni yalnız bırakmayın!”





Yıl 2008...

İstanbul’da tek başıma ayakta durmaya kısa sürede alıştım. İletişim sektörünün cıvıltılı atmosferi (Güzel). Vur patlasın çal oynasın zamanlar (Eğlenceli). İçi başka dışı başka afilli yalnızlıklar dünyası (Uyum sağlanabilir). Arkadaşlarını ve sevgililerini düşmanları arasından seçen zavallılarla yaptığım iş anlaşmaları (Sinir bozucu). Kâbuslar (Aynen devam).

Zamanla bambaşka bir kız olmaya başladım. Önceleri, içine kapanık, mutsuz, öfkeliyken, sonraları kendini beğenmiş, kibirli ve sosyal biri olup çıktım! Ne de olsa hayatta tek başına ayakta kalmanın kendine has kuralları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi rekabet eden, en yakın arkadaşının kuyusunu kazan ve güç savaşını kıran kırana oynayan reklâmcılar dünyası kuralların dışına çıkanları asla affetmez. Böylece meslektaşlarım sayesinde gece gördüklerimden korkmamayı öğrendim! Çünkü kesinlikle birlikte çalıştığım reklamcılar, bedensiz varlıklardan daha tehlikeliydiler!

Ve ben içimde farklı sesler duymaya başladım. Biri her gece yatmadan dua okuyan o küçük kızın sesi; diğeri soğuk, hissiz ve kibirli olmaktan gurur duyan bir reklamcının sesi; bunlarla birlikte tanıdık bir ses daha!

Reklamcı:
“Duygusal olmayı bir kenara bırak! Profesyonelce ve demirden sinirlerle işine sarıl. Onların silahlarını kap ve kendilerine karşı kullan. Bu dünyada başka türlü ayakta kalamazsın. Bu senin en doğal hakkın. Fikirlerini çalıyorlar, seni üç kuruşa çalıştırıyorlar. Psikolojik baskı yapıyor, kendine güveninle oynuyorlar! Buna bir son verebilirsin! Hepsine haddini bildirebilirsin!”

Kız çocuğu:
“Sen asla onlardan biri olmazsın. Sen Allah’tan korkuyorsun. Her zaman korktun!”

Siyah Siluet:
“Merhaba Hatice! Tekrar ben. Benden kaçamazsın, çünkü ben senim. Ben senin vicdanınım. Aslında yapmak istediklerini yapmadığın zaman karşına çıkan bir hatırlatıcıyım. Ben senin asıl korkman gerekenlere karşı bir koruyucuyum! Bunu biliyorsun!”



"(Artık) şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah'ı âciz bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elinden kurtulamayacağız.” Cin Suresi 12. Ayet

Yıl 2010...

“Hatice dün gece seni rüyamda gördüm.”

“Ben de seni abla. Birlikte yeşillikler içinde yürüyorduk.”

“Evet, yanımızda simsiyah giyinmiş bir adam daha vardı. Hep birlikte aydınlık bir eve girdik.”

“Büyük bir sofraya oturduk ve sana ballı ekmek ikram ettim.”

“Sonra o adam üzerindeki siyahları çıkarınca, kıyafeti bembeyaz oldu ve nur gibi ışıldadı!”

“Ve bana sarıldı!”

“İnanmıyorum aynı anda aynı rüyayı mı gördük?”

“Allah hayırlara çıkarsın ablacığım.”

“Hâlâ kâbus görüyor musun?”

“Hayır. Uzun zamandır sadece güzel rüyalar görüyorum! Kâbuslar artık geride kaldı.”


“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.” Bakara Suresi 160. Ayet

Tuesday, April 10, 2012

KISA DEĞİL


Oturup bir karara varmak lazım; kararlarımız mı düşüncelerimizin eseridir, düşüncelerimiz mi kararlarımızın? Acaba çoğu insan önce karar veriyor da sonra mı düşünüyor? Özellikle bu son cümleyi şöyle bir okuyup geçen, üzerine alınmayanlara sesleniyorum!

Evlendikten sonra, “Ben ne yaptım?” diyenler; moda diye kendine yakışmayan bir kıyafeti alıp içine sığamayanlar; babasının istediği kariyeri seçip başarısız olanlar; komşuların gözü gönlü açılsın diye eşyalarını yenileyenler... Başkalarının basmakalıp düşüncelerine uymak için atılan bütün adımlar, sonra kara kara düşünmeye neden olurlar. Hani, karar verilmiş seçim yapılmıştır ya artık, rahat rahat düşünme zamanı gelmiştir. Bence pişman olmak için ayrılan zaman, deneyimlemek için ayrılmalıdır.

Nasıl mı?

Şöyle:
Bir dört yol ağzında olduğunuzu düşünün. Orada öylece duruyorsunuz ve yollara bakıyorsunuz.

Birinci yol:
Önünüzde çoğunluğun tercih ettiği bir ana cadde var. Kalabalık. Şık giyimli insanlar, emin adımlarla ilerliyor. Caddenin sağlı sollu kaldırımlarında lüks alışveriş merkezleri sıralanıyor. İşlek mi işlek, ışıltılı mı ışıltılı... Herkes, bir koşuşturma, hengame içinde. Yüzleri asık, halleri stresli ancak, diğer yolları seçenlere kıyasla kendilerini daha emniyette hissediyorlar. Başkalarına tepeden bakan halleriyle en doğru tercihi yaptıklarını düşündükleri açıkça belli. Ne de olsa ihtişam ve gösteriş onlarda! Hayat sigortaları, evleri, arabaları, meslekleri...

İkinci yol:
Sağ tarafınızda çok az kişinin tercih ettiği garip bir patika. Çimleri ve çalılıkları yemyeşil ancak, ağaçlar o kadar sık ki ilerisi görünmüyor. O yolun nereye çıktığı da bilinmiyor, çünkü giden geri gelmiyor.

Üçüncü yol:
Sol tarafınızdaki, yoksulluk caddesi. Ana cadde sakinleri tarafından pek sakince karşılanmayan insanların mekânı. Yaşam kavgası verenlerin yolu. Sizin onlara değil, onların size ihtiyaçları var. Oraya giderseniz, ana cadde tarafından bir dahaki sefere çok zor kabul edileceksiniz. Oraya girerseniz, yoksul caddenin bir parçası olacaksınız. Açlık, sefalet, şiddet, hastalık kol geziyor. Umutsuz bakışlar, ağlak suratlar ve öfkeli sesler ilk anda fark ediliyor; tebessümleri görebilmeniz içinse çok dikkatli bakmanız gerek. Yardım edebileceğiniz birkaç çocuk orada oturmuş, açlıktan ve ilgisizlikten ağlıyor!..

Dördüncü yol:
Arkanıza dönüp baktığınızda, umursamayanların ara caddesini görüyorsunuz. Eğlence ve zevkle dolu bir sefahane. Hiçbir kural yok, amaç yok, uğraşı yok! Vur patlasın, çal oynasın... Kahkahalar yükseliyor, kadehler tokuşturuluyor. Uyuşmuş beyinler, gevşemiş bedenleriyle sağdan sola savruluyor. Kimisi artık eğlenmekten bile sıkılmış, ortama uyum sağlamanın peşinde! Yine de diğer yollara gözlerinin ucuyla bile bakmıyorlar.

Şimdi siz olsanız oturup ne kadar düşünürsünüz, ne düşünürsünüz, neye karar verirsiniz. Hangi yoldan ilerlersiniz? Karar vermeden düşünmeye akıl; karar verdikten sonra düşünmeye pişmanlık denir. Ancak bu noktada benim merak ettiğim bir şey var. Bütün olasılıkları gözden geçirip, onları biraz biraz deneyimleyip ona göre yol almak için ömrümüz kısa mı sizce? Neden insanlar nihai kararlarını o dört yol ağzında bakarken veriyorlar?

Burada çok önemli bir ayrıntı var. Sizlere kararsız olun demiyorum asla! Kararsızlık, insanları yoldan yola savurur. Hiçbir seçimde mutlu kılamaz. Her seçimin kötü yanlarını yaşamaktan, iyi taraflarını görmeye fırsat kalmaz. Kaybolup gitme, gerçek yolu şaşırma tehlikesi çok yüksektir. Bir orada bir burada derken avare kalınabilir. Bu yanlış seçim yapmaktan bile kötüdür. Biliyorum, insanları da bu korkutur zaten! O yüzden basmakalıp düşüncelere sığınırlar. “Kaybolmaktansa, sıkışmak iyidir.” derler kimi zaman; ama bu olsa olsa kötünün iyisidir. Önce karar verip sonra düşünmenin başlangıcıdır. Bense insanların ne kaybolmasını ne de sıkışmasını istemem.

Ben olsam önce ana caddeye çıkarım. İyi bir okul, iyi bir kariyer derken, çok para ile birikim yaparım! (Bu noktada bırakmak zordur ama) Bütün bunları cebime koyar, ikinci yola -yardım edebileceklerime- koşarım. Ceplerimdekileri onlarla paylaşırım. Gözlerindeki gülümsemeyi görürüm. Güveni, sevgiyi, yardımlaşmayı tadarım. Ceplerim boşalmaya başladığında, yardım ettiklerim başka cebi dolular peşinde koşarlar. Alınmam. Sıra diğer yola gelmiştir. Geriye döner vur patlasın, çal oynasın  caddesinde keyif çatarım. Stres atarım.

En sonunda merakım ağır basar, sağdaki patikanın sonu nereye çıkıyor, bakarım. En çok bu patikadan keyif alırım. Giden neden geri dönmüyor anlarım. Patikada ilerledikçe güller, karadutlar, çilekler serilir ayaklarımın altına. Bir pınar vardır ilerde, suyu soğuk, içimi tatlı; kana kana içerim! Bir at vardır koşumsuz, özgür, heyecanlı; biner dört nala koşarım. Bir dağ görürüm, ulu; çıkarım dağın zirvesine, o dört yolu seyre dalarım. Anlarım ki o dört yol ağzında dikiliyorken değil, burada dağın zirvesinde oturuyorken “düşünmek” gerekmektedir.

Sonra kendime döner, şu soruyu sorarım; “Şimdi ne tarafa gitsem acaba?”

SORU: “NE HAKKINDA YAZIYORSUNUZ?”
CEVAP: “YAZSAM, OKUR MUSUNUZ?”

Bir soruyla karşılaşırsam, cevabını veririm. Öyle ya da böyle… Siz fark edin ya da etmeyin… Cevabı alırsınız. Pür, paldırküldür, ağzımdan çıkan bir sözdür; çoğu zaman kağıttaki sözcüktür. Önyargılı değilseniz, ne demek istediğimi anlarsınız. Peki önyargılı olmamayı başarabilir misiniz? Duygu dağarcıklarımız çakışmıyorsa, kendinizi yeni bir duyguya açabilir misiniz? İşte ben bunu merak ediyorum. Sadece hissetmenin değil, hissettirmenin de peşindeyim. Sizi fikrimin cezbine çekmeye çalışmam, fikrinizde beni cezbedecek ne var diye bakarım. Sorulara verdiğim cevap bildiğimden değil, tam olarak ne bilmek istediğinizi merak ettiğimdendir. Ne mi saçmalıyorum? Ne mi anlatmak istiyorum? Size ne?!

Asıl soru siz ne anlamak istiyorsunuz? Nereye kadar anlayabilirsiniz? Neyi merak ediyorsunuz? Neyle uğraşıyor, neye nasıl tepki veriyorsunuz? Hangi hakla, neyi sorguluyorsunuz? Ya da asıl sorgulamanız gerekenlerden nelerin uğruna vazgeçiyorsunuz? Haddiniz ne, haddinizi aştırtan ne? Yanlışın peşinden nereye kadar gidiyorsunuz? Doğruyu neden bırakıyorsunuz? Benden olanı ne kadar taşıyorsunuz? Bana nereye kadar benziyor, hangi noktada benden ayrılıyorsunuz? Ruhunuzu nereye hapsediyorsunuz? Benim hayatıma girecekseniz, ayaklarınızı neden paspasta temizlemiyorsunuz? Kaderin ne kadarında varsınız? Bunun ne kadar farkındasınız? Sizin için yapabileceğim, yazabileceğim ne var? Kendim için yapabileceğim ne var, sizde bir ipucu bulabilir miyim?

Şimdi bu kadar soru içinde…. Demek ben “Ne hakkında yazıyorum” hah?

Siz şimdiye kadar benim merak ettiklerime cevap verebildiniz mi? Tek birine bile gerçekten cevap verebildiğinizi sanmıyorum. Ben size soruyor muyum be kardeşim, “Ne yaşıyorsunuz?” diye! Karşınıza geçip tek cümlelik cevap bekliyor muyum ayaküstü? Ben sizin bir bakışınızı özümserim de sizin ruhunuz duymaz. İçinizde kopan fırtınaları gözlemlerim ama gözünüze sokmam. Ben sizin acılarınızı anlarım fakat, her anladığımda rakı sofrasında dertleşmem. Sizi kendimden bulurum ama kendimi size tanıtmaya uğraşmam. Bir gün olur belki, denk gelirsiniz yazdıklarımdan birine, “aynı beni anlatmış” dersiniz ama hâlâ bir sonraki kitapta ne hakkında yazacağımı merak edersiniz. Merakla derdim yoktur, yanlış anlamayın! Ben de sizin yarın bir gün ne yaşayacağınızı merak ederim ama, bunu size sormam.

Şunu da belirtmeliyim ki, böyle sorguya çekemeyeceğiniz kadar masumum. Ben yüreğime sığdıramadıklarımın gazını alıyorum kelimelerimle. Canımı nerelerde oyaladıysam, aklımı nerede bıraktıysam, onları oralardan geri çağırıp, oturuyorum kağıdın başına. Derdinizi derdim yapıyorum, korkunuzu korkumla anlıyorum, aşkınızı aşkımla tamamlayıp, “Bakın ben bunu yazarken oyalandım, alın siz de okurken oyalanın.”diyorum. Zahmet edip okumazsanız okumayın! Ama karşıma geçip sormaya da kalkmayın! Sonra tutar, size bu soruyu sorduran içinizdeki zayıf, aciz duyguları dökerim kağıtlara, sererim herkesin gözü önüne, mahreminiz kalmaz!

SABIR SERGİLE

Allah bana peygamber sabrı vermemiş sonuçta, zorlamamak lazımdı. Yaşadıklarımızın ardından kendimi ona nasıl ifade edeyim bilemedim tabii ki.

Beni kıskandığı uzun zamandır ortadaydı, bunu sadece ben değil, bizi aynı ortamda gören herkes fark ediyordu. Yetenekle ilgili bir mesleğe ya da hobiye gönül verdiyseniz, aynı yola baş koyan insanlar arasında olabilecek çekemezliği o hayli abartmıştı. Bizim resim kursunda Gülten’le yaşadığımız sıkıntının kaynağı buradan başladı. Üstelik ikimiz de bayanız.

Hayat zor. Bense bütün sabrımı hayatın bana çıkardığı zorluklara harcıyorum zaten. Yaşamak bu kadar yorucuyken, bir de üstüne insanların benimle uğraşmasına tahammül edemiyorum, kabul ediyorum. Ancak şimdiye kadar Gülten’e hiç bulaşmamıştım. Sorunlu insanlardan hoşlanmam, onlara bir şey anlatamayacağımı bilirim çünkü. Aynı kurstaki diğer insanlar gibi değildi o. Biz hepimiz birbirimizden hoşlanıp, kurs dışında da faaliyet gösterirken o dokunanın elinde patlayacak bomba gibiydi. Hiç hoş değil. Onun yeteneksiz olması kimsenin suçu değil, kendinin bile...

Bir insanın güzel resimler yapabilmesi için, kendiyle ya da insanlarla değil, düzenle ve yaşadığı haksızlıklarla problemi olması gerektiğini düşünmüşümdür her zaman. Yetenek aşk işi çünkü, tutku ve birikim işi. En iyi ressamlar, çizgilerinin içinde çizgi ötesini gösterebilenlerdir. Kendini sınırlara hapseden ve nefretle beslenen birinin anlayamayacağı bir göz oluyor onlarda. Yanlış anlamayın ben iyi bir ressamım demiyorum. Henüz bir öğrenciyim ama en azından resim tuvali benim için problem yaratma noktası değil, problemlerimi yansıtma tahtası. Üzüldüm mü, kırıldım mı, şaşırdım mı hepsi orada. Dilimde değil. Diğer tuvallerde ne var diye bakmıyorum ben, benim tuvalimde ne olmalı diye bakıyorum. Oraya çizdiklerim öyle ya da böyle benimle ilgili. O yüzden diğer insanlara farklı geliyor olabilir resimlerim. Bu durumun bir insanla problem yaratabiliyor olması çok garip değil mi?

Sadede gelecek olursam, geçen hafta benim de canım sıkkın olduğu için, nasıl diyeyim, ters tarafıma geldi Gülten. Belki sabır gösterip alttan almam gerekirdi ancak dediğim gibi, kimseyi idare edebilecek halde değildim. Keşke şansını ve sabrımı fazla zorlamasaydı.

Geçen hafta, 2 yıllık atölye çalışmalarının sonunda yaptıklarımızı muhteşem bir sergi ile görücüye çıkardık. Bize ders veren hocamız Adnan Bey, Türkiye’nin önde gelen resamlarından bir olduğu için medya tarafından da takip edilen bir sergiydi bu. Herkes bizden iyi şeyler bekliyordu ve zaten atölyenin başarısı ortadaydı. Birbirinden gözalıcı eserler, birbirinden güzel renk ve çizgilerle, gelenleri pişman etmediler.

Kimi arkadaşlarımın tuvalleri birer birer satılmış. Bu sevinci hemen benimle paylaştılar. Resimden elde edilen ilk gelirleri kimbilir ne kadar tatlıydı. Lotodan büyük ikramiye çıksa, bu gururla boy ölçüşebilir mi? Bense uçar gibi resimlerin arasında dolaşıyordum. Bu tip durumlarda biraz çocuksulaşırım. Mutluluğumu saklamaya gerek görmem. Başarılı arkadaşlarımı tebrik etmek için can atarım. O ruh hali içinde hocalarımızın yanına gittim. Sohbet muhabbet etmek için. Gülten de oradaymış. Hocamız Adnan Bey’le konuşuyordu.

Gülten:
“Benim 3 eserim satıldı. Hocam hani şu sizin beğenmedikleriniz var ya, onlar!”

Adnan Bey:
“Tebrik ederim Gülten. Ancak söylediğim noktalara dikkat etmelisin. Bak Esra ona söylediğim her uyarıya kulak veriyor. Kendinizi ancak böyle geliştirebilirsiniz.”

Bütün gözler bana döndü bir anda. Öyle ya Esra bendim. ‘Ah hocam ne yaptın sen ya?’ diye geçirdim içimden ancak çok geçti.

Gülten:
“Esra? Senin kaç eserin satıldı tatlım?”

Bu soruyu sorma amacı ve yüz ifadesi beni rahatsız ediyordu. Rekabet ortamlarından hiç hoşlanmıyordum. Kaç tane eserimin satıldığı hiç umurumda değildi. Resimlerimi inceleyenlerin gözlerindeki bakışı, duygu selini görmeye gelmiştim buraya.

“Bilmiyorum. Belki hiç satılmamıştır.” dedim.

Aslında birilerinin resimlerimle ilgilendiklerini görmüştüm ancak, satın aldılar mı diye dikkat etmemiştim. O sırada mümkün olduğu kadar çok davetli ile konuşma peşindeydim. Yorumlarla ilgileniyordum.

Gülten:
“Siz bazı öğrencilerinizi kayırıyorsunuz ama, sonuç hiç de sizin sandığınız gibi değil işte. Esra’nın aklı fikri cinlikte. Sabahtan beri bir köşede şuradaki yakışıklı gençle konuşuyor.”

Had çizgisini ilk aşan o olmuştu, ne yazık ki devamını da getirdi. Güya şaka yapmış gibi gülüyordu. İzin isteyip oradan ayrıldım. Ancak, gecenin rengi değişmişti bir kere. Birden ilk sergimle ilgilenmeyen ailem aklıma geldi. Herkesin eşi dostu, akrabası gelmişken, benimkiler ortada yoktu. Lavaboya gittim. Daha sonra satış görevlisinin yanında aldım soluğu. Beni görünce kocaman gülümsedi:

“Esra neredesin? Eserlerin satış patlaması yaptı diyebilirim. Şimdiye kadar 6 tanesi gitti, birkaçı da ayırtıldı.” 

Öğrendim ki resimlerimin ikisini aynı kursta olduğum arkadaşlarım satın almış. İsteseler seve seve hediye edeceğim kişiler... Evet öyle ya, dostlarım da vardı benim. Sevinerek tekrar hocamın yanına gittim. Teşekkür etmek için.

Gecenin ilerleyen saatlerinde Gülten de durumu öğrenmiş olacak ki, tekrar karşıma geçti.

Gülten:
“Demek kaç tane eserinin satıldığını bilmiyordun hah? Senin yüzünden Adnan Bey’in yanında küçük düştüm.”

“Kaç kişi resimlerini beğendi, yorumları ne oldu desen, verecek cevabım vardı ama satış rakamını bilmiyordum.”

Gülten:
“Bir sanatçı bu kadar küstah olmamalı. Kendini beğenmişliğin üzerinden akıyor.”

“Gülten senin şu an benim arkamdan konuşuyor olman gerekmiyor muydu? Senin bu kadar yüreklice karşıma çıktığını görmemiştim şimdiye kadar. Bu dedikodu yapmaya benzemez. Benim de verecek cevabım vardır sana!”

Gülten:
“Kendini ne sanıyorsun sen?” diyerek üste çıkmaya çalıştı.

“Mahalle kadını cümlelerin eksikti, tam oldu!” diye cevap verdim.

Tartışma başlamıştı bir kere. Söz duellosu bir anda alevlendi. Gülten’in herkesin önünde ettiği hakaretlerin haddi hesabı yoktu. Hoş, zaten Gülten’in bile haddi yoktu... O an anladım ki sabır bende olmayan bir özellik ve azıcık bir şey mevcutsa bile hemen taşıyor!

Kavgada yumruk sayılmaz deyiminin aklıma gelmesiyle...

Ertesi gün gazetelerde, ne Adnan Bey’in atölyesinin başarısı, ne kursiyerlerin resimleri, ne de kaç tuvalin satıldığı bilgisi vardı. Tartışmayı kavgaya çevirmesek kimsenin dikkatini çekmeyebilirdik ama manşet aynen şöyleydi:

“DÜN GECE TUVALLER MORA DÖNDÜ!”

 (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi,