Saturday, December 29, 2012

KÂBUSU DİLEYEN ADAM


 

Zifiri karanlık… Tıksız sessizlik… Kesif ölüm kokusu… Uyandığında bir tabutun içinde uzanmış haldeydi. Bilinci yerine gelir gelmez, tüm gücüyle ve büyük bir telaşla tabutun kapağını içeriden ittirdi. Beceremedi. Üzerindeki toprak kaskatı bir duvar oluşturmuştu. Kapağı oynatmak bile imkânsızdı. Korkuyla sağı solu yumruklamaya, ayaklarıyla tahtayı tekmelemeye, tepinip çırpınmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu. Sonra düşündü, aklına bir film geldi. “Tabuttaki havayı bağırarak tüketmeyeyim.” dedi. Durdu. Durunca, hareketsizlik onun daha çok paniğe kapılmasına neden oldu. Sıkışmışlık hissi, bir astım hastasıymış gibi, nefes alıp vermesini engelliyordu. Göğsünde bir ağırlık oluştu. Kısık kısık, zorla nefes alıp vermeye başladı. “Öleceğim!” dedi kendi kendine, “Ölmek istemiyorum!”

Biraz bekledi. Sonra dayanamayıp, “İmdat!” diye haykırdı, “İmdatttt!” dedi. “Selvi, kızım! Orada, yukarıda olduğunu biliyorum. Her gün annenin mezarı başından ayrılmazsın. Annenin ölümüne sebep olduğum için bana kızgınsın. Biliyorum! Ama lütfen bana yardım et, lütfen! Bir daha sana elimi kaldırmayacağım, söz veriyorum. Haydi, dışarı çıkar kızım beni!” Umutsuzca bir cevap bekledi ama nafile…

İki yıl önce ölümüne sebep olduğu rahmetli karısı geldi aklına. Evlendikleri günden itibaren, bir gün olsun gün yüzü göstermemişti kadıncağıza. Hatta hamilelik döneminde bile dövmüştü onu da, bu sebeple kızı Selvi bacağından sakat olarak doğmuştu. Ondan sonra da Allah onu cezalandırmış, başka bir çocuk daha vermemişti İrfan Efendi’ye. Bunların dışında bir şey hatırlamaya çalıştı, kendine dair, fakat hafızası neredeyse tamamen silinmişti. Sabah-akşam dövdüğü karısının çaresizlik dolu mor bakışlarıydı zihninde kalan. Darbelerden korunabilmek için, başını sakındırdığı çelimsiz kolları… Üzerine kan sıçramış yırtık pırtık gömleği… Kırık dişlerini ardında gizleyen ince dudaklarından çıkardığı iniltiler… Ardından biricik kızının kızgın yüzü… Kızgın bakışlarının dışında nasıl da annesine benzerdi. Birden Selvi’nin sesini sanki kulağının dibinde duydu:

“Seni hiç affetmeyeceğim baba! Hiç…”

“İmdaatttt!” diye bağırdı tekrar, umutsuzca. Aklını buradan çıkmaya vermeliydi. Düşüncelerini kontrol etmeli, kendini bu durumdan kurtarmanın bir yolunu bulmalıydı. Bir yol olmalıydı. Kim kapatmıştı, onu oraya? Yoksa bu bir kâbus muydu? “Evet, evet öyle olmalı.” dedi kendi kendine. “Bu bir kâbus ve ben birazdan uyanacağım.” Hâlâ tabutta nefes alabilmesi buna işaret olabilirdi. Kendi kendini uyandırmaya çalıştı. Fakat, uyanamadı.

O böyle boşa çabalarken, tabut giderek daralmaya başladı. Tabut küçüldükçe kendi bedeni büyüdü. Yavaş yavaş, dehşet verici bir basınç altında ezilmeye başladı. Her hücresi acıyla titredi sanki. Kemikleri iç içe geçiyormuş gibiydi. Çığlık bile atabilecek durumda değildi. Çaresizdi. Derken, bir boşluk… Karanlık bir holden geçer gibi oldu. Zifiri karanlık, yerini alacakaranlığa bıraktı. Etrafına bakındı, sanki aynı tabutun içinde bir çakıl taşı kadar küçücük kalmıştı. Artık, devasa bir tahta kutunun içinde dimdik ayakta durabiliyordu. Birden acı soğuğu hissetti, soğuk iliklerine kadar işledi. Titredi. Ama bunun nedeni daha ziyade korkuydu. Şimdiye kadar belki de hiç hissetmediği korku, ona kendini bir böcek kadar güçsüz hissettiriyordu.

“Bitsin bu kâbus!” diye bağırdı. Sanki sesine cevap gibi, karşıdan ince bir ışık sızdı. Eliyle gözlerini siper edip, ışığa doğru koştu. Fakat ne kadar hızlı koşsa da, aslında yerinde sayıyordu. Birden ışığın içinden çıkan, yanına doğru gelen iki kişiyi gördü. Ne kadar korksa yeriydi. Çünkü bu iki kişi, tabutunun yüksekliği kadar uzundu. Ufalmış minik bedeni nedeniyle, onları dev olarak görüyordu. Devlerin yüzünü ışık sebebiyle seçemedi. Dizleri titredi. Yere çöktü.

Güm… Güm… Güm…

Devlerin ayak sesleri yaklaştıkça, İrfan Efendi manevi olarak tamamen çöktü. Neredeydi karısını ve kızını döverken ortaya çıkan o güçlü, cesur ve sözüm ona gözü kara İrfan? Pıstı…

İki güçlü dev, İrfan Efendi’nin yanına kadar gelip, tepesinde dikildiler. İrfan Efendi, ayağa kalksa bile onların ayak bileğine gelemeyecek kadar küçülmüştü.

Kızının sesini duydu:

“Babacığım ne olur? Bize acı!”

Devlerden birinin sesi, kızının sesini takip etti:

“Rabbin kimdir?”

İrfan Efendi, soruyu bir an algılayamadı. Başını kaldırıp soruyu sorana baktı. Karşısında çatık kaşlar, çatık kaşların altında delici bakışlar, bakışları tamamlayan keskin hatlı bir burun, sivri çenesiyle burunun arasında ince dudaklar vardı. Bu yüzde hiçbir duygu kırıntısı göremedi. Bu duygusuzluk onu korkuttu. Sorulan sorunun cevabını bile düşünmüyordu o anda.

Diğeri sordu:

“Nebin kim?”

Bu sorular bir yerden tanıdık mı geliyordu ne? Bu nasıl bir rüyaydı? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Dudaklarını aralayıp konuşamıyordu. Derken sol yanında çirkin bir varlık belirdi. Hilkat garibesi gibi, eciş bücüş yüzünde gözü nerede, ağzı nerede belli değildi. Dehşete kapıldı. Korktu, ancak felç geçirmiş gibiydi artık. Ne hareket edebiliyor ne de konuşabiliyordu. Onun yerine bu korkunç varlık konuştu:

“Onun inancı, paranın gücü; yol göstericisi, şeytandır!”

İtiraz etmesi gerektiğini biliyordu ancak, ne cevap vermesi gerektiğini unutmuştu. Çaresizce iki deve bakmaya devam etti. Onların duygusuz yüzleri bile, bu yeni varlığın yanında çok sempatik geldi gözüne. Birden ağlamaya başladı, ama gözyaşları akmıyordu. Elleriyle yüzünü kapatmak istiyordu ancak hiçbir organı ona itaat etmiyordu. Birden sağ yanında bembeyaz giyinmiş, genç ve yakışıklı biri belirdi. Bu yeni genci gördüğünde içi biraz rahatladı.

“Ama hayattayken namaz kılıyordu.” dedi bu genç.

Korkunç varlık araya girdi:

“Kuran’da gösteriş için namaz kılanlar hakkındaki hükmü hepimiz biliyoruz.” dedi. “Bırak Münker ve Nekir işlerini yapsınlar.” diye eklemeyi ihmâl etmedi.

Beyaz giyinmiş genç utanarak başını yere eğdi. İrfan Efendi’ye gelince, Münker ve Nekir isimlerini nereden duyduğunu hatırlamaya çalıştı, bulamadı.

Korkunç varlık:

“Eğer bu soruların cevaplarını dünyada bulabilmiş olsaydı, şu an onu hiçbirimiz susturamazdık. Bakın hiçbir şey hatırlamıyor bile… Çünkü o dinini kalben, ihlâsla yaşamadı ki… Müslüman olarak ölmedi. O benim payım!” diye bağırdı beyazlı gence doğru.

Münker ve Nekir araya girdiler, beyazlı gence doğru dönüp:

“Sen yalan söyleyemezsin namazını kılarken, gösteriş için mi kılıyordu yoksa ibadet için mi?” diye sordular.

Felç geçirmişçesine hareketsiz kalan İrfan Efendi, ‘Ne olur, yalan söyle’ der gibi baktı.

Beyazlı genç başını kaldırıp:

“En doğrusunu Allah bilir.” dedi.

Nekir bunun üzerine tekrar sordu:

“Rabbin kim? Nebin kim?”

İrfan Efendi ne diyeceğini bilemiyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordu.

“Gerçek inancı olmayan hiç kimse, burada bu sorunun cevabını hatırlayamaz!”

Bunları söyledikten sonra, korkunç varlık, elinde bir defter evirip çevirmeye başladı. Defter o kadar kabarıktı ki… O çirkin şey bile hangi sayfadan başlaması gerektiğini bilemedi. İrfan Efendi hemen genç ve güzel delikanlıya döndü. Bir umut ışığıydı onun yüzünde aradığı. Oysaki genç, sadece elindeki incecik kitaba bakıyordu.

Münker:

“Karını ve kızını çağırıyoruz. Şahitlerine ihtiyacımız var.” dedi.

Işıklı kapı tekrar açıldı. Sağ yanındaki genç kadar bembeyaz giyinmiş karısı ve kızı yanlarına geldiler. Yüzleri huzurlu bakışları yumuşaktı. İrfan Efendi ilk kez gözlerinden boncuk boncuk yaşları akıtabildi. Onlara sarılmak, onlarla birlikte yuvalarına dönmek ve bu sefer mutlu mesut yaşamak istiyordu. Ancak artık çok geçti.

Nekir:

“Burada kimse yalan söyleyemez. Birazdan duydukların onların hak sözleridir. Hazırlıklı ol!” dedi.

İrfan Efendi boynunu büktü. Kulaklarını dört açıp, sözü ilk alan karısını dinledi:

“O benim kocamdır. Beni dövmüş olsa da, hayatımı zindan etmişse de, canıma kıydıysa da ben onu affediyorum. Kader böyleymiş.” dedi.

Bir anda İrfan Efendi’nin içini huzur kapladı. Gözlerinin içi güler gibi oldu. Üzerindeki hayali cendere sanki gevşedi. Bir an kasları açıldı. Sonra sözü Selvi kızı aldı. Bakışları yumuşak, sesli bir melek gibi tatlıydı ama söyledikleri… Ah o söyledikleri yok muydu?...

“Bu adam, benim babamdır. Annemin katilidir. Dünyada bir bacağımın sakat kalmasının sebebidir. Ailemizin mutsuzluğunun nedenidir. Annemle beni Allah’tan korkmamacasına döverdi. Hiç acıması yoktu. İnsafa gelmezdi. Yalvarmalarımı dinlemezdi. Hayatım boyunca aynı sözü tekrar ettim. Şimdi burada yine tekrar ediyorum: Ben bu adamı affetmiyorum. Bana yaptıkları için değil, anneme yaptıkları için affetmiyorum!”

İrfan Efendi için zaman bir an durmuş gibi geldi. Geçmişe dair, sadece bu iki kadına yaptıklarını hatırlıyordu. Evet, kızı haklıydı. Bütün bu söylediklerini onlara yapmıştı. İçindeki şiddeti yıllarca hep o ikisine kusmuştu. Şimdi ise başına ne gelecekse bu yüzden gelecekti.

Münker üçüncü ve son kez tekrar sordu:

“Rabbin kim? Nebin kim?”

O esnada kızının gerçek hayattaki yalvarmalarını duydu zihninin içinde:

“Allah, Muhammed aşkına yapma baba! Vurma baba!”

Cevap bu cümlenin içinde bir yerde gizliydi. Ama nerede?

Hala son bir umutla, “Umarım bu bir kâbustur. Ben ölmedim. Ölmüş olamam.” diyordu içinden. Ondan bir ses gelmeyince, Münker, Nekir, güzel yüzlü genç, Selvi ve annesi içeri süzülen ışığa doğru yürüyüp, kayboldular. Korkunç ve çirkin yaratıkla İrfan Efendi’yi kıyamete kadar orada baş başa bırakıp çok çok uzaklara gittiler.

(Avrasya Yazarlar Birliği, Hikâye Atölyesi, 28.12.2012)

Saturday, April 14, 2012

GECE YOLCUSU



Cinleri de hâlis ateşten yarattı.” Rahman Suresi 15. Ayet

Yıl 1986...

“Yattım sağıma döndüm soluma. Melekler şahit olsun, dinime imanıma. Yattım Allah kaldır beni. Nurlarına daldır beni. İmanla Kuran’la gönder beni. Âmin.”

“Aferin kızıma. Bütün dualarını ezberlemiş benim bebeğim.”

“Anne duvarda asılı olan halının desenleri, gece gözlere dönüşüyor. Beni izliyor.”

“Hatice, ateşin geceleri sen uyurken yükseliyor bazen. Biliyorsun hastalığın yüzünden. Ateşi yükselen insanların hayal görmesi normaldir. İyileşince geçecek yavrum merak etme.”

“Bazen kâbus görüyorum. Bu da mı ateş yüzünden?”

“Evet. Tabii ki. Merak etme hem, sen çocuksun, günahsızsın. Melekler hep yanında olur. Her zaman korurlar seni.”

“Biliyorum. Bütün gece benim için onlarla savaşıyorlar zaten. İyi geceler anne.”

“İyi geceler.”

Annem bir konuda yanılıyordu; gördüğüm şeylerin astım hastalığıyla ya da ateşle alakası yoktu. Başka bir konuda ise yerden göğe kadar haklıydı; melekler günahsız olanı koruyorlardı. Keşke hep çocuk kalsaydım...



“Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Zariyat Suresi 56. Ayet

Yıl 1993...

Nefes almak çok zordu. Astım hastalığından yeni kurtulmuş, tedaviye cevap vermiştim ancak bu sefer başka bir şey nefesimi kesiyordu. Tir tir titreyerek o simsiyah siluetin altında hareket edemeden yatıyordum. Çabalarımın hepsi boşunaydı. Boncuk boncuk terler, yüzümden süzülürken, gözyaşlarım onlara karışıyordu. İnlemek için bile dudaklarımı aralayamıyordum. Zihnimin içinde çığlıklar atsam bile, beni kimse duyamazdı. İçimden bildiğim bütün duaları okumaya başladım. Biliyordum ki birazdan ezan okunacaktı ve “o” çekip gidecekti. Çalar saat gibi hiç şaşmadan her sabah üstüme çullanan bu gölge benden ne istiyordu, tam olarak bilmiyordum. Korkuyordum.

Ve en sonunda ezan okundu. Siyah silüetin uzaklaşmasıyla, yavaş yavaş hareket edebilmeye başladım. Annemle babamın sabah namazına kalktıklarını duyuyordum, ancak yatağımdan çıkmak için gereken cesaretim yoktu. Ben oda kapısına ulaşana kadar ya tekrar karşıma çıkacak olursa?.. Yorganı kafama çekip bir müddet bekledim. Gün ışımaya başladığında hemen annemin yanına gittim. Her sabah olduğu gibi, namazdan sonra salonun bir köşesinde oturmuş mırıl mırıl Kuran okuyordu. Yanına oturup başımı omzuna koydum.

“Ne oldu kızıma?”

“Karabasan”

“Nasıl yani?”

“Anne hani seninle teravih namazına gitmiştik ya bir akşam.”

“Evet?”

“O gece namaz kıldıktan sonra, çok güzel bir rüya gördüm. Ramazan ayı bitene kadar aynı rüyayı gecenin aynı saatinde görmeye devam ettim. Rüya bitiminde ezan okunuyordu ve ben aniden uyanıyordum. İçimden bir ses namaz kılmam gerektiğini söylüyordu ama ben hep üşendim, erteledim, uyudum. Ramazan ayı bittikten sonra, gördüğüm rüya kâbusa dönmeye ve “o” gelmeye başladı. Uzun boylu, simsiyah giyinmiş, yüzünü göremediğim biri! Her gece aynı saatte… Ezandan önce...”

“Seni namaza davet ediyorlar kızım. Namaz kılmaya başla!”

“Korkuyorum anne. Namaz kıldıkça onları daha çok görüyorum. Ben görmek istemiyorum!”

Sanmıştım ki, bu görüntülerin bir düğmesi vardı da ben bütün bunlara tepki vermeyerek, o düğmeyi kapatabilecektim. Ve yine sanmıştım ki,  korkunç olan tek şey o siyah siluetti...



“Âlemlerin Rabbi Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.” Tekvîr Suresi, 29. Ayet.

Yıl 1996...

Bazı şeyler yasaksa yasaktır! Gidip elmayı yemenin lüzumu yoktu. İçimdeki falcılık tutkusunu da susturamamak benim suçumdu. İnsanların yüzüne bakarak, onlarla ilgili şaşırtıcı şeyler söylemek de nereden çıkmıştı? Ama kendimi tutamıyordum. Bazı şeyler dudaklarımdan dökülüveriyordu. Küçüklüğümden itibaren, çevremdeki insanlar benim hislerime ve sözlerime çok dikkat eder oldular. Kimi zaman kendim bile nereden geldiğini bilmediğim bilgilerin doğru çıkmasına şaşırıyordum. Ne bana ne de konuştuğum kişilere hiçbir faydası dokunmayan bir sürü şey söyledim. Söylediklerim çıktıkça korkunun yerini gurur almaya başladı. Ve siyah siluet tekrar göründü!

O kadar öfkeliydi ki, suratıma esaslı bir tokat patlattı. Tokadın acısıyla aniden irkilip, sıçrayarak uyandım. Işığı açıp aynaya baktığımda, yanağımın kızarmış olması yastığın izi yüzünden değildi! Uykular rüya ile başlıyor, rüyalar kâbusa karışıyordu. Birkaç gece üst üste o siluet rüyamda benim için yılanlarla savaştı. Bense hangi tarafı tutacağımı bilemiyordum. Yılanlara mı yardım etmeliydim yoksa ona mı? Haftalar sonra, başka bir rüyada, yılanların hepsi bedenimi sarmıştı ve ben ilk kez karabasansız uyandım.



“İşte onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar içinde, haklarında azabın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana uğrayanlardır.” Ahkaf Suresi  18. Ayet

Yıl 2000...

Artık falcılığı para karşılığı yapıyordum ve çevremde ünüm oldukça artmıştı. Bir yandan üniversite için cep harçlığım çıkıyordu, bir yandan da çevre kazanıyordum. Ama bir şeyler ters gitti ve çember kırıldı. Kâbuslarımda artık siyah siluet yoktu ancak başka şeyler vardı. Uykudan gözlerimi açınca yatağın yanında dikilen küçük insansı varlıklar! Simsiyah gözlerinin etrafında sürmeler çekili, yüzleri dövmeli, kulakları değişik, sesleri iğneli, bakışları rahatsızlık verici, başka bir âlemden gelmiş varlıklar! Uykuda değil, rüyada değil, kâbusta değil, tam karşımda!

“Haticeeeee!”

Sesleri kulaklarımda bütün gün çınlıyordu. Bir yandan hayatım tepetaklak oluyorken diğer taraftan korku dolu geceler geçirmeye başladım. İlk önceleri hayatımda ters giden şeylerden dolayı strese girdiğimi ve böyle halisünasyonlar gördüğümü düşünüyordum. Ailem benim üniversiteyi bitirmemle İstanbul’dan ayrılma kararı almışlardı. İki yıl Ankara’da kalıp bu süre içinde Sivas’ta bir köye ev yaptıracak ve tamamen kendi hayatlarına yöneleceklerdi. Peki, ben ne olacaktım? Büyük tartışmalar ve hırpalanmalar yaşandı. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, gördüğüm şeyler strese bağlı olabilirdi! Işığı kapatınca uyumamı bile beklemeyen, sesler ve görüntüler...

“Lütfen anne beni yalnız bırakmayın!”





Yıl 2008...

İstanbul’da tek başıma ayakta durmaya kısa sürede alıştım. İletişim sektörünün cıvıltılı atmosferi (Güzel). Vur patlasın çal oynasın zamanlar (Eğlenceli). İçi başka dışı başka afilli yalnızlıklar dünyası (Uyum sağlanabilir). Arkadaşlarını ve sevgililerini düşmanları arasından seçen zavallılarla yaptığım iş anlaşmaları (Sinir bozucu). Kâbuslar (Aynen devam).

Zamanla bambaşka bir kız olmaya başladım. Önceleri, içine kapanık, mutsuz, öfkeliyken, sonraları kendini beğenmiş, kibirli ve sosyal biri olup çıktım! Ne de olsa hayatta tek başına ayakta kalmanın kendine has kuralları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi rekabet eden, en yakın arkadaşının kuyusunu kazan ve güç savaşını kıran kırana oynayan reklâmcılar dünyası kuralların dışına çıkanları asla affetmez. Böylece meslektaşlarım sayesinde gece gördüklerimden korkmamayı öğrendim! Çünkü kesinlikle birlikte çalıştığım reklamcılar, bedensiz varlıklardan daha tehlikeliydiler!

Ve ben içimde farklı sesler duymaya başladım. Biri her gece yatmadan dua okuyan o küçük kızın sesi; diğeri soğuk, hissiz ve kibirli olmaktan gurur duyan bir reklamcının sesi; bunlarla birlikte tanıdık bir ses daha!

Reklamcı:
“Duygusal olmayı bir kenara bırak! Profesyonelce ve demirden sinirlerle işine sarıl. Onların silahlarını kap ve kendilerine karşı kullan. Bu dünyada başka türlü ayakta kalamazsın. Bu senin en doğal hakkın. Fikirlerini çalıyorlar, seni üç kuruşa çalıştırıyorlar. Psikolojik baskı yapıyor, kendine güveninle oynuyorlar! Buna bir son verebilirsin! Hepsine haddini bildirebilirsin!”

Kız çocuğu:
“Sen asla onlardan biri olmazsın. Sen Allah’tan korkuyorsun. Her zaman korktun!”

Siyah Siluet:
“Merhaba Hatice! Tekrar ben. Benden kaçamazsın, çünkü ben senim. Ben senin vicdanınım. Aslında yapmak istediklerini yapmadığın zaman karşına çıkan bir hatırlatıcıyım. Ben senin asıl korkman gerekenlere karşı bir koruyucuyum! Bunu biliyorsun!”



"(Artık) şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah'ı âciz bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elinden kurtulamayacağız.” Cin Suresi 12. Ayet

Yıl 2010...

“Hatice dün gece seni rüyamda gördüm.”

“Ben de seni abla. Birlikte yeşillikler içinde yürüyorduk.”

“Evet, yanımızda simsiyah giyinmiş bir adam daha vardı. Hep birlikte aydınlık bir eve girdik.”

“Büyük bir sofraya oturduk ve sana ballı ekmek ikram ettim.”

“Sonra o adam üzerindeki siyahları çıkarınca, kıyafeti bembeyaz oldu ve nur gibi ışıldadı!”

“Ve bana sarıldı!”

“İnanmıyorum aynı anda aynı rüyayı mı gördük?”

“Allah hayırlara çıkarsın ablacığım.”

“Hâlâ kâbus görüyor musun?”

“Hayır. Uzun zamandır sadece güzel rüyalar görüyorum! Kâbuslar artık geride kaldı.”


“Ancak tevbe edip durumlarını düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.” Bakara Suresi 160. Ayet

Tuesday, April 10, 2012

KISA DEĞİL


Oturup bir karara varmak lazım; kararlarımız mı düşüncelerimizin eseridir, düşüncelerimiz mi kararlarımızın? Acaba çoğu insan önce karar veriyor da sonra mı düşünüyor? Özellikle bu son cümleyi şöyle bir okuyup geçen, üzerine alınmayanlara sesleniyorum!

Evlendikten sonra, “Ben ne yaptım?” diyenler; moda diye kendine yakışmayan bir kıyafeti alıp içine sığamayanlar; babasının istediği kariyeri seçip başarısız olanlar; komşuların gözü gönlü açılsın diye eşyalarını yenileyenler... Başkalarının basmakalıp düşüncelerine uymak için atılan bütün adımlar, sonra kara kara düşünmeye neden olurlar. Hani, karar verilmiş seçim yapılmıştır ya artık, rahat rahat düşünme zamanı gelmiştir. Bence pişman olmak için ayrılan zaman, deneyimlemek için ayrılmalıdır.

Nasıl mı?

Şöyle:
Bir dört yol ağzında olduğunuzu düşünün. Orada öylece duruyorsunuz ve yollara bakıyorsunuz.

Birinci yol:
Önünüzde çoğunluğun tercih ettiği bir ana cadde var. Kalabalık. Şık giyimli insanlar, emin adımlarla ilerliyor. Caddenin sağlı sollu kaldırımlarında lüks alışveriş merkezleri sıralanıyor. İşlek mi işlek, ışıltılı mı ışıltılı... Herkes, bir koşuşturma, hengame içinde. Yüzleri asık, halleri stresli ancak, diğer yolları seçenlere kıyasla kendilerini daha emniyette hissediyorlar. Başkalarına tepeden bakan halleriyle en doğru tercihi yaptıklarını düşündükleri açıkça belli. Ne de olsa ihtişam ve gösteriş onlarda! Hayat sigortaları, evleri, arabaları, meslekleri...

İkinci yol:
Sağ tarafınızda çok az kişinin tercih ettiği garip bir patika. Çimleri ve çalılıkları yemyeşil ancak, ağaçlar o kadar sık ki ilerisi görünmüyor. O yolun nereye çıktığı da bilinmiyor, çünkü giden geri gelmiyor.

Üçüncü yol:
Sol tarafınızdaki, yoksulluk caddesi. Ana cadde sakinleri tarafından pek sakince karşılanmayan insanların mekânı. Yaşam kavgası verenlerin yolu. Sizin onlara değil, onların size ihtiyaçları var. Oraya giderseniz, ana cadde tarafından bir dahaki sefere çok zor kabul edileceksiniz. Oraya girerseniz, yoksul caddenin bir parçası olacaksınız. Açlık, sefalet, şiddet, hastalık kol geziyor. Umutsuz bakışlar, ağlak suratlar ve öfkeli sesler ilk anda fark ediliyor; tebessümleri görebilmeniz içinse çok dikkatli bakmanız gerek. Yardım edebileceğiniz birkaç çocuk orada oturmuş, açlıktan ve ilgisizlikten ağlıyor!..

Dördüncü yol:
Arkanıza dönüp baktığınızda, umursamayanların ara caddesini görüyorsunuz. Eğlence ve zevkle dolu bir sefahane. Hiçbir kural yok, amaç yok, uğraşı yok! Vur patlasın, çal oynasın... Kahkahalar yükseliyor, kadehler tokuşturuluyor. Uyuşmuş beyinler, gevşemiş bedenleriyle sağdan sola savruluyor. Kimisi artık eğlenmekten bile sıkılmış, ortama uyum sağlamanın peşinde! Yine de diğer yollara gözlerinin ucuyla bile bakmıyorlar.

Şimdi siz olsanız oturup ne kadar düşünürsünüz, ne düşünürsünüz, neye karar verirsiniz. Hangi yoldan ilerlersiniz? Karar vermeden düşünmeye akıl; karar verdikten sonra düşünmeye pişmanlık denir. Ancak bu noktada benim merak ettiğim bir şey var. Bütün olasılıkları gözden geçirip, onları biraz biraz deneyimleyip ona göre yol almak için ömrümüz kısa mı sizce? Neden insanlar nihai kararlarını o dört yol ağzında bakarken veriyorlar?

Burada çok önemli bir ayrıntı var. Sizlere kararsız olun demiyorum asla! Kararsızlık, insanları yoldan yola savurur. Hiçbir seçimde mutlu kılamaz. Her seçimin kötü yanlarını yaşamaktan, iyi taraflarını görmeye fırsat kalmaz. Kaybolup gitme, gerçek yolu şaşırma tehlikesi çok yüksektir. Bir orada bir burada derken avare kalınabilir. Bu yanlış seçim yapmaktan bile kötüdür. Biliyorum, insanları da bu korkutur zaten! O yüzden basmakalıp düşüncelere sığınırlar. “Kaybolmaktansa, sıkışmak iyidir.” derler kimi zaman; ama bu olsa olsa kötünün iyisidir. Önce karar verip sonra düşünmenin başlangıcıdır. Bense insanların ne kaybolmasını ne de sıkışmasını istemem.

Ben olsam önce ana caddeye çıkarım. İyi bir okul, iyi bir kariyer derken, çok para ile birikim yaparım! (Bu noktada bırakmak zordur ama) Bütün bunları cebime koyar, ikinci yola -yardım edebileceklerime- koşarım. Ceplerimdekileri onlarla paylaşırım. Gözlerindeki gülümsemeyi görürüm. Güveni, sevgiyi, yardımlaşmayı tadarım. Ceplerim boşalmaya başladığında, yardım ettiklerim başka cebi dolular peşinde koşarlar. Alınmam. Sıra diğer yola gelmiştir. Geriye döner vur patlasın, çal oynasın  caddesinde keyif çatarım. Stres atarım.

En sonunda merakım ağır basar, sağdaki patikanın sonu nereye çıkıyor, bakarım. En çok bu patikadan keyif alırım. Giden neden geri dönmüyor anlarım. Patikada ilerledikçe güller, karadutlar, çilekler serilir ayaklarımın altına. Bir pınar vardır ilerde, suyu soğuk, içimi tatlı; kana kana içerim! Bir at vardır koşumsuz, özgür, heyecanlı; biner dört nala koşarım. Bir dağ görürüm, ulu; çıkarım dağın zirvesine, o dört yolu seyre dalarım. Anlarım ki o dört yol ağzında dikiliyorken değil, burada dağın zirvesinde oturuyorken “düşünmek” gerekmektedir.

Sonra kendime döner, şu soruyu sorarım; “Şimdi ne tarafa gitsem acaba?”

SORU: “NE HAKKINDA YAZIYORSUNUZ?”
CEVAP: “YAZSAM, OKUR MUSUNUZ?”

Bir soruyla karşılaşırsam, cevabını veririm. Öyle ya da böyle… Siz fark edin ya da etmeyin… Cevabı alırsınız. Pür, paldırküldür, ağzımdan çıkan bir sözdür; çoğu zaman kağıttaki sözcüktür. Önyargılı değilseniz, ne demek istediğimi anlarsınız. Peki önyargılı olmamayı başarabilir misiniz? Duygu dağarcıklarımız çakışmıyorsa, kendinizi yeni bir duyguya açabilir misiniz? İşte ben bunu merak ediyorum. Sadece hissetmenin değil, hissettirmenin de peşindeyim. Sizi fikrimin cezbine çekmeye çalışmam, fikrinizde beni cezbedecek ne var diye bakarım. Sorulara verdiğim cevap bildiğimden değil, tam olarak ne bilmek istediğinizi merak ettiğimdendir. Ne mi saçmalıyorum? Ne mi anlatmak istiyorum? Size ne?!

Asıl soru siz ne anlamak istiyorsunuz? Nereye kadar anlayabilirsiniz? Neyi merak ediyorsunuz? Neyle uğraşıyor, neye nasıl tepki veriyorsunuz? Hangi hakla, neyi sorguluyorsunuz? Ya da asıl sorgulamanız gerekenlerden nelerin uğruna vazgeçiyorsunuz? Haddiniz ne, haddinizi aştırtan ne? Yanlışın peşinden nereye kadar gidiyorsunuz? Doğruyu neden bırakıyorsunuz? Benden olanı ne kadar taşıyorsunuz? Bana nereye kadar benziyor, hangi noktada benden ayrılıyorsunuz? Ruhunuzu nereye hapsediyorsunuz? Benim hayatıma girecekseniz, ayaklarınızı neden paspasta temizlemiyorsunuz? Kaderin ne kadarında varsınız? Bunun ne kadar farkındasınız? Sizin için yapabileceğim, yazabileceğim ne var? Kendim için yapabileceğim ne var, sizde bir ipucu bulabilir miyim?

Şimdi bu kadar soru içinde…. Demek ben “Ne hakkında yazıyorum” hah?

Siz şimdiye kadar benim merak ettiklerime cevap verebildiniz mi? Tek birine bile gerçekten cevap verebildiğinizi sanmıyorum. Ben size soruyor muyum be kardeşim, “Ne yaşıyorsunuz?” diye! Karşınıza geçip tek cümlelik cevap bekliyor muyum ayaküstü? Ben sizin bir bakışınızı özümserim de sizin ruhunuz duymaz. İçinizde kopan fırtınaları gözlemlerim ama gözünüze sokmam. Ben sizin acılarınızı anlarım fakat, her anladığımda rakı sofrasında dertleşmem. Sizi kendimden bulurum ama kendimi size tanıtmaya uğraşmam. Bir gün olur belki, denk gelirsiniz yazdıklarımdan birine, “aynı beni anlatmış” dersiniz ama hâlâ bir sonraki kitapta ne hakkında yazacağımı merak edersiniz. Merakla derdim yoktur, yanlış anlamayın! Ben de sizin yarın bir gün ne yaşayacağınızı merak ederim ama, bunu size sormam.

Şunu da belirtmeliyim ki, böyle sorguya çekemeyeceğiniz kadar masumum. Ben yüreğime sığdıramadıklarımın gazını alıyorum kelimelerimle. Canımı nerelerde oyaladıysam, aklımı nerede bıraktıysam, onları oralardan geri çağırıp, oturuyorum kağıdın başına. Derdinizi derdim yapıyorum, korkunuzu korkumla anlıyorum, aşkınızı aşkımla tamamlayıp, “Bakın ben bunu yazarken oyalandım, alın siz de okurken oyalanın.”diyorum. Zahmet edip okumazsanız okumayın! Ama karşıma geçip sormaya da kalkmayın! Sonra tutar, size bu soruyu sorduran içinizdeki zayıf, aciz duyguları dökerim kağıtlara, sererim herkesin gözü önüne, mahreminiz kalmaz!

SABIR SERGİLE

Allah bana peygamber sabrı vermemiş sonuçta, zorlamamak lazımdı. Yaşadıklarımızın ardından kendimi ona nasıl ifade edeyim bilemedim tabii ki.

Beni kıskandığı uzun zamandır ortadaydı, bunu sadece ben değil, bizi aynı ortamda gören herkes fark ediyordu. Yetenekle ilgili bir mesleğe ya da hobiye gönül verdiyseniz, aynı yola baş koyan insanlar arasında olabilecek çekemezliği o hayli abartmıştı. Bizim resim kursunda Gülten’le yaşadığımız sıkıntının kaynağı buradan başladı. Üstelik ikimiz de bayanız.

Hayat zor. Bense bütün sabrımı hayatın bana çıkardığı zorluklara harcıyorum zaten. Yaşamak bu kadar yorucuyken, bir de üstüne insanların benimle uğraşmasına tahammül edemiyorum, kabul ediyorum. Ancak şimdiye kadar Gülten’e hiç bulaşmamıştım. Sorunlu insanlardan hoşlanmam, onlara bir şey anlatamayacağımı bilirim çünkü. Aynı kurstaki diğer insanlar gibi değildi o. Biz hepimiz birbirimizden hoşlanıp, kurs dışında da faaliyet gösterirken o dokunanın elinde patlayacak bomba gibiydi. Hiç hoş değil. Onun yeteneksiz olması kimsenin suçu değil, kendinin bile...

Bir insanın güzel resimler yapabilmesi için, kendiyle ya da insanlarla değil, düzenle ve yaşadığı haksızlıklarla problemi olması gerektiğini düşünmüşümdür her zaman. Yetenek aşk işi çünkü, tutku ve birikim işi. En iyi ressamlar, çizgilerinin içinde çizgi ötesini gösterebilenlerdir. Kendini sınırlara hapseden ve nefretle beslenen birinin anlayamayacağı bir göz oluyor onlarda. Yanlış anlamayın ben iyi bir ressamım demiyorum. Henüz bir öğrenciyim ama en azından resim tuvali benim için problem yaratma noktası değil, problemlerimi yansıtma tahtası. Üzüldüm mü, kırıldım mı, şaşırdım mı hepsi orada. Dilimde değil. Diğer tuvallerde ne var diye bakmıyorum ben, benim tuvalimde ne olmalı diye bakıyorum. Oraya çizdiklerim öyle ya da böyle benimle ilgili. O yüzden diğer insanlara farklı geliyor olabilir resimlerim. Bu durumun bir insanla problem yaratabiliyor olması çok garip değil mi?

Sadede gelecek olursam, geçen hafta benim de canım sıkkın olduğu için, nasıl diyeyim, ters tarafıma geldi Gülten. Belki sabır gösterip alttan almam gerekirdi ancak dediğim gibi, kimseyi idare edebilecek halde değildim. Keşke şansını ve sabrımı fazla zorlamasaydı.

Geçen hafta, 2 yıllık atölye çalışmalarının sonunda yaptıklarımızı muhteşem bir sergi ile görücüye çıkardık. Bize ders veren hocamız Adnan Bey, Türkiye’nin önde gelen resamlarından bir olduğu için medya tarafından da takip edilen bir sergiydi bu. Herkes bizden iyi şeyler bekliyordu ve zaten atölyenin başarısı ortadaydı. Birbirinden gözalıcı eserler, birbirinden güzel renk ve çizgilerle, gelenleri pişman etmediler.

Kimi arkadaşlarımın tuvalleri birer birer satılmış. Bu sevinci hemen benimle paylaştılar. Resimden elde edilen ilk gelirleri kimbilir ne kadar tatlıydı. Lotodan büyük ikramiye çıksa, bu gururla boy ölçüşebilir mi? Bense uçar gibi resimlerin arasında dolaşıyordum. Bu tip durumlarda biraz çocuksulaşırım. Mutluluğumu saklamaya gerek görmem. Başarılı arkadaşlarımı tebrik etmek için can atarım. O ruh hali içinde hocalarımızın yanına gittim. Sohbet muhabbet etmek için. Gülten de oradaymış. Hocamız Adnan Bey’le konuşuyordu.

Gülten:
“Benim 3 eserim satıldı. Hocam hani şu sizin beğenmedikleriniz var ya, onlar!”

Adnan Bey:
“Tebrik ederim Gülten. Ancak söylediğim noktalara dikkat etmelisin. Bak Esra ona söylediğim her uyarıya kulak veriyor. Kendinizi ancak böyle geliştirebilirsiniz.”

Bütün gözler bana döndü bir anda. Öyle ya Esra bendim. ‘Ah hocam ne yaptın sen ya?’ diye geçirdim içimden ancak çok geçti.

Gülten:
“Esra? Senin kaç eserin satıldı tatlım?”

Bu soruyu sorma amacı ve yüz ifadesi beni rahatsız ediyordu. Rekabet ortamlarından hiç hoşlanmıyordum. Kaç tane eserimin satıldığı hiç umurumda değildi. Resimlerimi inceleyenlerin gözlerindeki bakışı, duygu selini görmeye gelmiştim buraya.

“Bilmiyorum. Belki hiç satılmamıştır.” dedim.

Aslında birilerinin resimlerimle ilgilendiklerini görmüştüm ancak, satın aldılar mı diye dikkat etmemiştim. O sırada mümkün olduğu kadar çok davetli ile konuşma peşindeydim. Yorumlarla ilgileniyordum.

Gülten:
“Siz bazı öğrencilerinizi kayırıyorsunuz ama, sonuç hiç de sizin sandığınız gibi değil işte. Esra’nın aklı fikri cinlikte. Sabahtan beri bir köşede şuradaki yakışıklı gençle konuşuyor.”

Had çizgisini ilk aşan o olmuştu, ne yazık ki devamını da getirdi. Güya şaka yapmış gibi gülüyordu. İzin isteyip oradan ayrıldım. Ancak, gecenin rengi değişmişti bir kere. Birden ilk sergimle ilgilenmeyen ailem aklıma geldi. Herkesin eşi dostu, akrabası gelmişken, benimkiler ortada yoktu. Lavaboya gittim. Daha sonra satış görevlisinin yanında aldım soluğu. Beni görünce kocaman gülümsedi:

“Esra neredesin? Eserlerin satış patlaması yaptı diyebilirim. Şimdiye kadar 6 tanesi gitti, birkaçı da ayırtıldı.” 

Öğrendim ki resimlerimin ikisini aynı kursta olduğum arkadaşlarım satın almış. İsteseler seve seve hediye edeceğim kişiler... Evet öyle ya, dostlarım da vardı benim. Sevinerek tekrar hocamın yanına gittim. Teşekkür etmek için.

Gecenin ilerleyen saatlerinde Gülten de durumu öğrenmiş olacak ki, tekrar karşıma geçti.

Gülten:
“Demek kaç tane eserinin satıldığını bilmiyordun hah? Senin yüzünden Adnan Bey’in yanında küçük düştüm.”

“Kaç kişi resimlerini beğendi, yorumları ne oldu desen, verecek cevabım vardı ama satış rakamını bilmiyordum.”

Gülten:
“Bir sanatçı bu kadar küstah olmamalı. Kendini beğenmişliğin üzerinden akıyor.”

“Gülten senin şu an benim arkamdan konuşuyor olman gerekmiyor muydu? Senin bu kadar yüreklice karşıma çıktığını görmemiştim şimdiye kadar. Bu dedikodu yapmaya benzemez. Benim de verecek cevabım vardır sana!”

Gülten:
“Kendini ne sanıyorsun sen?” diyerek üste çıkmaya çalıştı.

“Mahalle kadını cümlelerin eksikti, tam oldu!” diye cevap verdim.

Tartışma başlamıştı bir kere. Söz duellosu bir anda alevlendi. Gülten’in herkesin önünde ettiği hakaretlerin haddi hesabı yoktu. Hoş, zaten Gülten’in bile haddi yoktu... O an anladım ki sabır bende olmayan bir özellik ve azıcık bir şey mevcutsa bile hemen taşıyor!

Kavgada yumruk sayılmaz deyiminin aklıma gelmesiyle...

Ertesi gün gazetelerde, ne Adnan Bey’in atölyesinin başarısı, ne kursiyerlerin resimleri, ne de kaç tuvalin satıldığı bilgisi vardı. Tartışmayı kavgaya çevirmesek kimsenin dikkatini çekmeyebilirdik ama manşet aynen şöyleydi:

“DÜN GECE TUVALLER MORA DÖNDÜ!”

 (Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi,

Wednesday, March 07, 2012

UMUTSUZ VAKA

Bir; eşimi severek evlendim.

İki; boğazına düşkün biri değilimdir.

Bu iki konuyu özellikle vurgulamak istedim çünkü, boşanmamın nedeni bunlardan biri değil. Sizinle uzun uzadıya dertleşmek, başımdan geçenleri gün be gün anlatmak istiyorum. Kısaca, “Karım yemekleri çok tuzlu yaptığı için anlaşamadık.” dersem, muhtemelen benden nefret edeceksiniz. Ama yargılamadan önce lütfen beni bir dinleyin. İçimi boşaltmaya öyle ihtiyacım var ki...

Dediğim gibi severek evlendim, karıma deliler gibi âşıktım. Yıllarca yuva kurmak için uygun şartları bekledik. Kariyerimi, geleceğimi her şeyimi bu evliliğin etrafında inşa ettim. Hayatımın odak noktası eşim oldu her zaman. Tanışma, nişanlanma ve evlenme dönemlerimiz çok güzel geçti, çünkü o zamanlar hiç yemek yapmamıştı.

Her şey balayından dönmemizle başladı. Mutfağa girdiği o ilk günü hiç unutmuyorum. Saatlerce en sevdiğim yemekler için emek verdi. Heyecanla sofranın başına oturdum. Karımla yeni evimizde ilk yemeğimizdi. Ağzıma aldığım bir kaşık çorbayla kalakaldım. Ne yutabiliyor ne de tükürebiliyordum. Hani bazı insanlar tuzlu yemeyi sever de tuzu çok atar ya öyle düşünmeyin! Kimsenin yiyemeyeceği kadar tuzlu bir çorba hayal edin, mübalâğa yapmama izin verirseniz, tuz gölüne çorba dökülmüş gibiydi diyebilirim.

Bir an eşimle göz göze geldik. O halinden memnun görünüyor, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Belli ki ilk yaptığı yemek için iltifat bekliyordu. Doğal olarak ortada yanlışlık olduğunu, bir şeyler ters gittiği için tuzu bu kadar attığını düşündüm. Hem çorba tuzlu olmuşsa ne olmuştu ki, olurdu böyle şeyler. Belki de ilk kez yemek yapıyordu. Bir dahakine az tuz atardı, bu ilk yemek de birkaç güne unutulur giderdi. Böyle olması gerekirdi değil mi? Arada şakalaşarak konu kapanırdı değil mi? İnanın tamamen bu düşüncelerle, gülümseyerek:

“Hayatım evde tuz kaldı mı? Hepsi bu çorbanın içinde mi yoksa?” dedim.

O da bana gülümseyerek cevap verdi. İçten içe bana kızmış (Pardon o kızmazmış, olsa olsa kırılırmış.) olabileceğini düşünemedim bile, o gülümsemenin ardındaki tehlikeyi fark edemedim. Eşim bana ikinci tabağımı hazırlarken, salatadan bir çatal alayım dedim. Aman Allah’ım o ne? Salata da çorba kadar tuzluydu, evdeki tuzun hepsi belli ki çorbaya konulmamıştı. Elim hemen su bardağına gitti. Suyumu içerken eşim önüme tabağımı koymuştu. Bezelyeler de çok tuzluydu ve karşımda benim iştahla yemek yememi bekleyen bir eşim vardı.

“Hayatım yemekler çok güzel ancak neden bu kadar çok tuz attın?” deyiverdim. Bunu söylerken kendimi patavatsız, kırıcı ya da düşüncesiz hissetmiyordum. Amacım karşımdakini yaralamak değildi. Zaten böyle basit bir konuda ve sadece bu sözlerle karşıdakinin yaralanabileceği kimin aklına gelir?

“Canım benim yemekler tuzlu değil, sen çok tuzsuz yemişsin şimdiye kadar. Aslında olması gereken miktar bu!” dedi. Ben hâlâ ortada basit ve kolayca çözülebilecek ve bir daha karşımıza çıkmayacak bir olay olduğunu düşünüyordum. O gün yemek konusu böylece kapandı.

Ertesi akşam işten eve gelince, çok açtım. Ama bir yumurta bile kırsa doyar, televizyonun başına geçerdim. Oysaki muhteşem bir sofra ve çok tuzlu yemekler beni bekliyordu. Bu sefer eşim servis yaparken havada gergin bir elektrik olduğunu hissettim. Oradan buradan bahsediyor ve gülümsüyor gibi yapıyordu ama bir gün önce yemeklerini yemediğim için belli ki kırılmıştı. Herhalde bana çok kızdı, rövanş almak için bu kadar tuzlu yemek yaptı, diye düşünerek elimden geldiğince yemeğimi yemeye çalıştım. Ne kadar su ve ekmek tükettiğimi tahmin bile edemezsiniz. Midem bulanıyordu ama karımın gönlünü almak zorundaydım. Yemekten sonra eşime, “Hayatım eline sağlık. Yemekler çok güzel olmuş. Belki sen kararında tuz atıyorsundur ancak, ben tuzu çok sevmem. Bir dahakine daha az tuz atar mısın?” diye elimden geldiğince nazik konuştum. Bu sefer hem teşekkür hem de iltifat ettiğim için durumu kurtarmıştım, zekice bir manevrayla konuyu da çözmüş olduğumu düşünüyordum. Bir dahaki yemekler kararında ya da yenilebilecek kadar tuzlu olacaktı, inşallah...

Ertesi gün… Önümde daha tuzlu yemekler duruyordu ve benim yemeye niyetim yoktu. Eşime baktım, o her şey normalmiş gibi önündeki yemeği yiyor, göz ucuyla da beni süzüyordu, yiyecek miyim diye!

“Hayatım sana tuzu sevmem demiştim ya, bu yemekler dünkünden daha tuzlu olmuş. Neden?”

“Yanlışlıkla kaçtı canım. Bir dahakine daha az tuz atarım.” dedi.

Kendime menemen yapıp yedim. Bence hâlâ ortada sorun yoktu. Eşim yanlışlıkla yemeğe fazla tuz atmıştı ve ertesi gün ben rahatça yemek yiyebilecektim. Yemek saatleri dışında eşimle aramızda hiçbir sorun yoktu. Yeni evliydik, mutluyduk.

Haftalarca önüme aynı tuzlu yemekler konulmaya devam edince, duruma el koymam gerektiğini anladım. Bir hafta sonu eşimle mutfağa girip, beraber yemek yapalım, dedim. Kabul etti. Sıra tuz atmaya gelince, tuzu ben elime alıp:

“Bak aşkım ben sadece bu miktarda tuz seviyorum. Bana bu kadar at, sen fazlasını yemeğini yerken üzerine dökersin nasılsa. Sofrada tuz eklenir ancak, tuzlu yemekten tuz ayıklanmaz.” diye espri bile yapmaya çalıştım.

Yüzünün rengi attı. Öylece dondu, kaldı. Sonra kendini toparladı ve normal ses tonuyla konuştu:

“Ama İbrahim, yemeğe bu kadarcık tuz atınca, tadı olmaz ki! Sana kötü yemek yapmak istemem.”

“Hayatım ben böyle seviyorum. İnan böyle daha iyi benim için. Anlaştık mı?”

Cevap vermeyişinden anlaşamadığımızı anlamalıydım. Ben sofraya tabakları götürürken, gizli gizli bütün yemekleri tuzlamış. Yemeği yerken ilk kez sinirlenmeye başladığımı hissettim. İlk kez yemeğin tuzlu olması, sorun olmaya başladı.

“Hayatım sen benden sonra yemeğe tuz mu attın?”

“Evet İbrahim, içime sinmedi çünkü…”

“Filiz, aşkım ben bu yemeği yemiyorum! Çünkü tuzlu sevmiyorum. Anlatabiliyor muyum?”

Sesimin tonu biraz sert çıkmıştı. Evliliğimizin ilk ayı bitmeden, tuzdan dolayı kızdığıma inanamıyordum. O akşam bana çok kırıldı. Bütün gece benimle konuşmadan yattı. Boynunu büküşüyle, dudağını büzüşüyle, vicdanımı sarsmak istiyor, hiç yoktan yere kızarak onu kırdığımı belli etmeye çalışıyordu.

Ertesi gün Filiz yine çok tuzlu yemekler yapmıştı, yemedim. Artık benimle inatlaşmaya başladığını düşünüyordum. Arada soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Evliliğimizin ilk ve son sorunu böylece kendini gösterdi. Günlerce beni inceden inceye iğneler oldu. Kendimi, olur olmaz sinirlenen, kırıcı biri gibi hissetmemi istiyordu. Benim hakkımda öyle düşünüyordu. Bir gün, kendisi nasıl yiyor anlamıyorum, diye düşünürken Filiz fenalaştı. Hemen hastaneye yetiştirdim. Doktor yüksek tansiyon dedi. Doktora Filiz’in çok tuzlu yemek yaptığını bu yüzden fenalaşmış olabileceğini söyledim. Doktor bana hak verip, onla uzun uzun konuştu. Tuzun zararlarından bahsetti. Filiz ise beni şaşırtan bir cevap verdi:

“Çok tuzlu yaptığımın farkındayım ama tuz miktarını ayarlayamıyorum doktor bey!”

Neredeyse ağlayacaktı. Eşim için çok üzüldüm ve elimden geleni yapmadığımı, onu yeterince bilgilendirmediğimi düşündüm. Gidip ona küçük bir ölçek aldım. Minicik bir kaşık… “Tuzu bunla at, fazla atma.” dedim. Sonra da o ölçeği bir daha görmedim.

Evliliğin ilk ayı bitince evimize hayırlı olsun ziyaretleri başladı. Kimisi ne yazık ki yemekliydi. Hiçbir misafir yemek yiyemiyor, bize yakın olan arkadaşlarımız şaka yollu tuzdan şikâyet ediyordu. Filiz artık öfkesini bastıramaz oldu. Gelenlere sinirleniyor, arkalarından öfkeyle konuşuyordu. Saatlerce insanlar arkasından atıp tutmasını dinliyormuş gibi yapmak zorunda kalıyordum. Yemekleri benim yapmamı kabul etmiyor, dışarıdan eve yemek sipariş edince sorun çıkarıyordu. Bir gün söylediği bir söz beni şaşkına çevirdi:

“Kendimi, yemek yapamıyormuşum gibi hissediyorum İbrahim! Oysaki saatlerce emek veriyorum. Bütün yemeklerin püf noktalarını biliyorum. Ama sonuca bak! Kimse yemiyor. Bu bence büyük saygısızlık! Hele o teyze kızım olacak cadı yok mu? Daha düne kadar yumurta kırmayı bilmiyordu. Şimdi karşıma geçmiş, alaycı alaycı bakıyor. Akıl vermeye kalkıyor. Ondan mı öğreneceğim ben nasıl yemek yapacağımı! Buna sinir oluyorum!”

“Hayatım sorun sadece tuzda!”

“Çok güzel İbrahim sen de onlara hak ver tabii! Git teyzemin kızına, orada ye yemeğini!”

“Filiz lütfen konuyu saptırma. Benim verdiğim ölçeği neden kullanmadın, gösterdiğim miktarı neden atmıyorsun? Bunu sorun yapacak bir şey yok. Tuzu az at bitsin gitsin!”

“Tuzu az atarsam yemek lezzetsiz olur!”

“Filiz kaç kere konuştuk. Lütfen. İnsanlar haklı tuzu az at. Bir kere dene en azından. Yalvarırım. Böyle bir şey sorun bile değil. Kendin yaratıyorsun. Çözümü çok basit… Kendine dert etme. Az tuz, o kadar.”

Her seferinde ‘beni şimdi anladı’ diye düşünürdüm. Oysa bana da yemeği tuzlu yapıyorsun diyorum diye içten içe öfkelenirmiş. Kafasına takmış, doğru oranda tuz attığını düşündüğünden, ona yemeklerinin tuzlu olduğunu söyleyen herkese düşman kesilmiş. Arada bir “Kendimi eksik hissediyorum, beceriksiz hissediyorum.” diye ağlaması bile, birinin ona “Hayır canım sen iyisin.” deme ümidi yüzündenmiş. Çünkü o buları her söylediğinde, ben safca ona ne yapması gerektiğini anlatır ve her seferinde onun aynı tuzlu yemekle karşıma çıkmasından dolayı şaşkınlık yaşardım.

Bir noktadan sonra umudumu kestim, kendi yemeğimi kendim yapar oldum. Filiz’in yaptıklarını yemeden yıllarca birlikte yaşadık. Bir iki kere bana inat olsun diye, bu sefer de hiç tuz atmadan yemek yapıp getirmişti, neredeyse sevincimden alnını öpecektim. Ama bu bile onu çok incitti. Gözüme sokmak istediği, tuzsuz yemek olmayacağıydı. Oysa tuz atmadığı için ben onu yüreklendirmeye çalışıyor, böyle böyle çözüme kavuşuruz diye umuyordum.

Ancak hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Bir gün evde hasta yatıyordum. Kalkıp kendi yemeğimi yapabilecek durumda değildim. İstediğim, sadece ilaçlarımı saatinde almak ve sıcak bir çorba içmekti. Sıcak ve tuzsuz bir çorba… Filiz ise, o gün onun yemeklerini yemek zorunda kalacağıma sevinerek mutfağa geçti. Getirdiği çorba içilemeyecek kadar tuzluydu. Zaten hasta olduğumdan kustum. Ondan başka bir çorba istedim. Hazır çorba yap bana, dedim. Çok bozuldu. O sessiz kavga eder. Konuşmadan dövüşür. Sinirliyse, yürürken arkasından rüzgâr eser resmen. O tavırlarla mutfağa gitti. Tencereyi çanağı birbirine vurduğunu duyuyordum. Yapacağı tek şey az tuz atmaktı. Sadece bu! Getirdiği ikinci çorba daha tuzlu olunca, elime telefonu alıp dışarıya sipariş verdim. İçeri gidip ağladığını duyuyordum ama ilaçlarımı almak için biraz bir şeyler yemeye ihtiyacım vardı. Beni kusturmayacak bir şey yemeliydim. Siparişim gelince, siparişi kapıdan çevirdi. Evet, çorbayı geri gönderdi. Hastaydım, açtım, ilaç içmeliydim ve o kendini düşünüyordu. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Bir arkadaşımı aradım, gelip beni evden aldı. Onun evinde karnımı doyurdum ve iyileşir iyileşmez karımla çok büyük bir kavga ettim. Onu hâlâ seviyorum ama bu evlilik böyle yürümezdi. Artık aynı sofraya bile oturamadığım biriyle evli kalmanın anlamı yoktu, onu boşadım.

GÜNEŞİ ANLAMAK!

Kimsenin kimseyi anlamadığı, hatta herkesin birbirini bilinçli olarak yanlış anlamaya çalıştığı bir gündü. Offf çok yorucuydu. Kalabalığın çoğu, karşısındakini dinlerken ‘Ne anlatmaya çalışıyor acaba?’ diye değil, ‘Nerede açık verecek ve ben o açığın üzerine nasıl gideceğim acaba?’ diye düşünüyordu. Hattâ, ‘Sadece aklımdan geçenleri sıralayayım, banane diğerlerinin ne söylediğinden’ diyen bile vardı! Ne gündü ama...

Her şey benim Güneş’in doğumunu izlemek için kozmik vadiye gitmemle başladı. Güneş’e olan sevgim, kimi zaman beni buralara kadar getiriyordu işte. Bazı bazı sohbet ediyorduk onunla. Dertleşiyorduk. Bir gün ona “Seni yeterince tanıyor muyum acaba?” diye sordum. “Beni kendine yetecek kadar bile tanımıyorsun.” diye cevap verdi.

“Seni daha çok sevmek için, daha çok tanımayı isterdim.” dedim.

“Olur. Sana şahitlerimi göndereyim o zaman. Beni bir de onlardan dinle bakalım!” dedi.

Kıskanmadım. Güneş’i gören, bilen, tanıyan tek şahit ben olmadığımı biliyordum. Ona başka pencerelerden bakan, benim dışımda onu gözlemleyenler de vardı şüphesiz. Ve artık onlarla da tanışma vakti gelmişti.

Çok geçmeden şahitler yanıma ışınlandılar. Nereye geldiklerini, neden geldiklerini bilmiyorlardı ama karşımdaydılar işte! Bir bedevi, bir eskimo, bir yarasa, bir günebakan, bir köstebek, bir kardan adam, bir de ben işte!...

İlk, Bedevi sordu: “Sen de kimsin?”

Etrafımdaki gruba bakıp kendimi sınıflandıramadım birden. Böyle bir topluluğa ismimi söylemek olmazdı. Kendimi ‘kadın’, ‘insan’ ya da ‘psişik’ gibi sıfatlarımdan biriyle, beni en çok ifade edecek şeyle, tanıtmalıydım. Biraz düşünüp, “Ben Gölge!” dedim.

Günebakan: “Biz buraya neden toplandık Gölge? Biliyor musun?”

Ben: “Güneş’i anlamaya çalışıyorum da... Onu bir de size sormak istedim.”

Toplulukta bir kahkaha koptu! Hep bir ağızdan bana güldüler.

“Şu bizim Güneş’i mi anlayamadın?”

“Bunda anlamayacak ne var canım?”

“Kah kah kah”

“Hahahahaha Güneş dedi ya!”

Tutumları biraz aşağılayıcıydı ama pek umursamadım. Gülmelerindeki kibirin altında, aslında onların da sınırlı bilgisi olduğunun farkındaydım.

Söze önce Bedevi başladı: “Güneş’i en iyi ben bilirim! Her gün doğuşundan batışına kadar, ona en yakın olan benimdir! Bana istediğini sor.”

Eskimo lafını kesti: “Hayatımda böyle bir saçmalık duymadım! Güneş kim, her gün doğup batmak kim? Bir doğar, aylarca batmaz; bir batar, aylarca görünmez o.”

Bedevi: “Seni yalancı adam! Gölge’yi kandırmaya mı çalışıyorsun? Buldun bir cahili, o saçma fikirlerini empoze edeceksin değil mi? Güneş bu, tabii ki her gün doğup batacak!”

Yarasa alaycı ve küstah yanındaki Köstebek’e fısıldadı: “Bu devirde hâlâ güneşin varlığına inananlar mı var? Bu ne cahillik! Güneş tabii ki yoktur! Ben şimdiye kadar hiç görmedim, sen gördün mü? Kanıtlanmış mı varlığı?” Bu sözlerin üzerine Köstebek Yarasa’ya hak verircesine kıs kıs gülmeye başladı.

Günebakan ise resmen irkildi, tiksintiyle karışık: “Güneş hakkında doğru konuşun! O benim aşkımdır!” dedi.

Bir anda gürültü koptu! Her bir ağızdan konuşuluyordu, her konuşulanı yakalayamıyordum. Herkesi susturdum ve önce kendinden emin görünen Bedevi’ye sordum: “Lütfen siz anlatın bana Güneş’i. Onun hakkında ne biliyorsunuz?”

Bedevi ona sormamdan hoşnut, beni kendi tarafına çekmeye çalışırcasına konuşmaya başladı: “O öyle yakıcıdır ki... Kavurur, buharlaştırır, kuraklaştırır. Önlemini almazsan kimi zaman ölümcüldür. Ben, onun hakkındaki rivayetlerin aksine, hayat verdiğini değil, hayatı emdiğini düşünüyorum!”

Kardan adam korku filmi izliyormuşçasına Bedevi’yi dinliyordu. Eskimo ona yalancı gözüyle bakıyordu. Yarasa ve Köstebek hiç oralı değildi, ancak Günebakan daha fazla kendini tutamadı:

“Yanlış! Yalan! İftira! Güneş asla öyle şeyler yapmaz! O hayat ışığıdır. Fotosentez kaynağıdır. Kavurur diyorsunuz ama ben ona saatlerce bakarım da kavrulmam, buharlaşmam! Bunu nasıl açıklayacaksınız?”

Kardan adam: “Ben Bedevi’ye katılıyorum! Çok çok acımasız o! Ona hiç güvenmeyin! Birçok arkadaşımın ölümüne sebep oldu!”

Eskimo: “Bırakın Allah aşkına! Güneş o kadar da sıcak değil! Sıcak olsa ben bu kadar kıyafetle dolaşmak zorunda kalır mıyım? Demek ki Bedevi de Kardan adam kadar naif olacak ki o kadarcık sıcağa dayanamıyor. Belki Güneş havayı biraz ısıtıyordur evet, doğru. Ama bu sıcaklık, yakıp kavuracak kadar olamaz asla!”

Sonra yine herkes bir ağızdan konuşmaya başladı. Kimisi sinirden yumruk yumruğa gelecek haldeydi. Anladım ki, bu grubu sırayla konuşturmanın imkânı yoktu. Birbirlerini asla anlamayacak, birbirlerine asla hak vermeyeceklerdi. Bunun üzerine onlarla teker teker konuşmaya karar verdim. Güneş hakkında ne düşünüyorlardı, onunla ne yaşıyorlardı, ne hissediyorlardı merak ediyordum. Vadinin bir köşesindeki ağacın altında hepsiyle ayrı ayrı muhabbet ettim. Günebakan’ın aşkı ve saygısı beni derinden etkiledi. Yarasa ve Köstebek’in kör olduklarını fark etmeyişleri ve bu yüzden güneşe inanmamaları çok komikti. Sonra, Eskimo’nun aslında Bedevi’ye ne kadar benzediğini gördüm. Kardan adamın uzun uzadıya anlattığı korkusunu, bir an içimde hissettim. Şunu belirtmeliyim ki, onları anlıyordum, onlarla iyi vakit geçiriyordum, onları sevmiştim. Hepsinin kendine ait bir doğrusu vardı. Bu doğrular yan yana gelmedikleri sürece, ‘yanlış’ değildi. Kardan adamın Bedevi ile dostluğu, Eskimo’nun Günebakan ile ortak nokta bulması neredeyse imkansızdı. Birbirlerini anlamıyorlardı ve birbirleri hakkında tek bildikleri buydu. Oysa bana gelince durum değişikti, ben onlardan herhangi birini anlayabilirdim. Bunu biliyorlardı. Hepsi kendi fikrini sunduktan sonra, gözlerini bana diktiler. Onların merakı, benim merakım gibi Güneş ile ilgili değildi. Zaten hepsi Güneş hakkında en doğruyu bildiklerini düşündükleri için akıllarında şu sorular vardı: Hangisine hak vermiştim? Kimden yana duracaktım? Bundan sonra hayatımda hangi yolu seçecektim?

Konuşmaya başladım. Bir seçim konuşması değildi tabii ki... Naçizane kendi fikrimi bildirmek istemiştim:

“Sevgili dostlarım! Hepinizi çok seviyorum. Beni çok iyi bilgilendirdiniz ve merakımı biraz olsun giderdiniz. Hayatıma girdiğiniz için teşekkürler! Sanırım hepiniz Güneş’e farklı bir pencereden baktınız ve onun farklı özelliklerini gördünüz. Ama bir de beni dinleyin. O Samanyolu Galaksi’sinin parçası olan bir yıldız. Büyüklüğü ve sıcaklığı bakımından küçük sayılır ancak yaşadığımız dünyadan kat be kat büyük! Hepinizin onu farklı görmesinin nedeni ise...”

Birden grupta büyük bir uğultu koptu. (Ya da kıyamet koptu mu demeliydim?) Sözümün devamını getirmemi beklemeden öfkeli söylemlere başladılar. Kendilerini bana tam anlatamadıklarını ya da benim mankafa olduğumu düşünüyorlardı. Sanki onlara ihanet etmişim gibi davrandılar. Oysa ben altı üstü Gölge’yedim. Güneş’in gördüğü herkesin dibinde bitiverirdim. Onlardan biri gibi görünürdüm ancak, kolayca başka biri gibi de olabilirdim. Bu beni karaktersiz yapmıyordu ama onların aklından geçen sanırım tam olarak buydu. Tabii ki gölgelerin de kendine has bir duruşları vardır ve hayatları kendilerini anlatmaya çalışmakla geçer. Ancak, bu durumu onlara anlatamadım.

Beni kendilerinden görmeye neden bu kadar çok ihtiyaçları vardı anlamıyordum? Bana olan kinleri, birbirlerine olan öfkelerini bastırdı. Birbirlerini anlamamaları problem değildi, kendilerini anladığını sandıkları birinin “anlamadıkları şeyler söylemesi” problemdi, kaostu, affedilemezdi! Ben onların gölgeleriydim ya hani, nasıl olur da onların peşinden gitmezdim?

Eskimo Kardan adam ile uzlaştı, Yarasa Köstebek ile, Bedevi Günebakan’ın kırık kalbini onarmaya çalıştı... Bir tek ben yapayalnız kaldım o vadide! Batmakta olan Güneş bile bana gülümseyerek “İyi akşamlar.” deyip uzaklaştı.

Bense Allah’a, Güneş’i ve şahitlerini bana gönderdiği için şükredip bundan iki önemli sonuç çıkardım;

Güneş’in bütün şahitlerini dinlesem bile, onu tam olarak tanımamın imkânı yoktur.

Eğer farklılıkların bulunduğu bir ortamda herkesi anlıyorsanız, mutlaka herkes tarafından yanlış anlaşılıyorsunuzdur!

Sunday, February 12, 2012

BEN BU YÜZDEN EVLENMEDİM!

Aşktan kaçma konusunda çok iyiyimdir ancak; şimdiye kadar elinden hiç kurtulamadım. Yanlış zamanda yanlış insan ve yanlış gözyaşı… Bermuda Şeytan Üçgeni’nin iç açılarının, alnımda izdüşümü olduğundan şüpheleniyorum. Böyle alın yazısı başka yerde bulunamaz! Kalbime giren herkes, zengin kalkışıyla hayatımdan yok olma mecburiyetinde!... Promosyon olarak, gecelerimin vazgeçilmez can acıları… Kaderin sadist olmadığını kim söyledi? Özlerken ayrılığın provasını yapmayı ben ondan öğrendim.

Herkes ‘Olmaz’ olmak için hayatıma girdi. Kimisi ben âşık olduktan sonra imkânsızlaştı, kimisi zaten taşı ayıklanmamış pirinç pilavı gibiydi. Birine aşkım demeden önce, o kişiye ‘imkânsızım’ demeyi ezberledim. A4 kağıda arabesk fon yaratma derdinde değilim. Hayat hikâyeme abartma tozu katıp, kendi kendime de acımam. O yüzden, yazdığımı yazdığım gibi bilin. Altında buzağı aramayın. Buyruklu yalanları sadece aşıklarıma söyledim ben: “Seni istemiyorum, git!”, “Biz sadece arkadaşız, beni unut!”

Ne yaşadığımı merak ettiniz değil mi? İşin dedikodu kısmına takılmayın lütfen! Başlama vuruşu yapılmadan hakemin kırmızı kart göstermesi, soğanların hepsi doğranmışken ocaktaki gazın kesilmesi, bilgisayar oyununda tarihi rekor kıracakken laptopun şarjının bitmesi örneklerini vereyim, şimdilik yeter. Size bütün hayat hikâyemi anlatsam bile, çıkarımda bulunamayacağınız gerçekleri açıklıyorum işte! Acımaya da gerek yok! Platonik sevmedim ben. İçimdeki hisler karşılıksız olmadı. Sadece ben karşılığını veremedim, feleğin attığı sillelere. Kaderden rövanş alınmıyo ne de olsa… Olduğu gibi kabullenme alışkanlığının getirdiği acılar ise, büyük oluyo. Işığın pervaneyi çektiği gibi çektim aşklarımı, sonra oturup ateşimde yanmalarını seyrettim. Peki ateş mi daha çok yanar, yoksa yaktığı mı? Kimi sevsem, neyi dilesem, neyden zevk alsam açmadan solan çiçekler gibi büzüşüp kaldılar elimde. Ölümden değil kaderden korkmak lazım. İşime de âşık olmuştum ben... Aileme de, İstanbul’a da… Bir iki erkeğe de… Onlar da bana…

Sonra ne mi oldu?

Çölde eline matara verilen ama mataranın boş olduğunu fark eden bedevinin hayalkırıklığıyla; parası için evlendiği ihtiyarın iflas ettiğini düğün gecesi öğrenen Miss World’ün ızdırabını harmanladım kalbimde.

Üstelik bir de hiç sevemediklerim çıktı önüme! Güldeki dikenleri görüp, kendini gülle bir tutan kaktüslerle karşılaştım. Şehvet naniğine aşk çağrısı diyen, demo insanlarla tanıştım. Meğer ne çok dertleri varmış, her gün değişen (!) Meğer ne çok severlermiş, her gün başka birini (!) Ben de olur muymuşum onlardan biri? Tanır mıymışım medeniyeti? Kâfiyesi bile kulağa hoş gelmiyor!

Uzun lafın kısası: Sırtında şeker taşırken, hep ot yemek zorunda kalan eşekler gibi… Evine haciz gelmiş darphane memuru gibi… Düblaj yaparken hıçkırık tutan ses dublörü gibi… Beyin ölümü gerçekleşmiş birine kalp masajı yapan doktor gibi… Sokak röportajına çıkıp mikrofonu kekemeye uzatan haberci gibi… Hep karavanaya atmak yaşam tarzım oldu çıktı. İşte bu yüzden evlenmedim dersem beni anlar mısınız?

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesİ)

ANAHTAR VE KAPI

1. Anahtar:

Kelimeler benim anahtarımdır. Doğru anahtarlarla beyninizin içinde kapılar açar, zihninizde gezer, sizi hipnotize ederim. Öyle cümleler kurarım ki en kuytu zaaflarınıza bile seslenir, egonuzla oyuncak gibi oynar, hayallerinizi değiştiririm. Hatta ne hayal kurmanız gerektiği konusunda bile söz hakkım vardır. Şimdiye kadar birçok insanın yıllarca biriktirdiği parayı boş yere harcatıp, hatta hiç yaşayamacakları idealleri uğruna birikim yapmalarına engel oldum. Kredi kartınızın limiti yeterse, size “yeni” tutkular yaratabilirim! Bununla beraber her yeniyi eskitir, peşinden koşacağınız başka bir tutku oluşturmak için kelimeler üretmeye devam ederim. Çünkü bu benim işim. Ben reklam yazarıyım. Fareli köyünüzün kavalcısıyım. Ben sizi kelimelerle büyüleyen, markalara esir eden kişiyim.
Bu tanımlar size abartılı mı geldi? Peki o zaman, size düşünmeniz için birkaç soru:
İşten güçten evlenmeye fırsat bulamamış geçkin bir bayan düşünün. Amirinin baskısı altında, stresli bir çalışma hayatı içinde, her gün kovulma korkusuyla yaşıyor. Diline bir nakarat takılmış: “Çocuk da yaparım kariyer de” diyor. Çünkü böyle düşünmeye ve hissetmeye ihtiyacı var. Soru şu: Daha pahalı olsa bile, markete gittiğinde sizce hangi markayı alır?

Size kocakarı ilaçlarına inanmayın diyen kozmetik firmaları, “tamamen doğal” kremleri aktarınızın kaç katı fiyatına satıyor?
Dürüst olun. O reklamdaki kızın saçlarına ulaşabilmek için kaç kez şampuan değiştirdiniz?

Sabahları güne “Form yiyim formda kalayım.” düşüncesiyle başlayan, akşamı kocaman bir Amerikan hamburgeriyle bitiren kişi sayısı hakkında fikriniz var mı? Benim aynı gün içinde önce form sloganını, hemen ardından doyurucu hamburger ilanını yaptığımı biliyor musunuz?

Hala abarttığımı düşünüyor musunuz?

Kırk saniyelik kısa filmler beyninizi yıkamam için yeter bana. Siz farkında bile olmazsınız. Birkaç ay sonra reklam filminin görüntülerini ve detaylarını unutabilirsiniz ama benim kelimelerim zihninizde yer eder. “Çakar çakmaz çakan çakmak”, “Bira bu kapağın altında”, “Pardon pardon burası Yapı Kredi değil mi?” gibi anahtarlar kapıyı bir kere açmıştır bile…
Doğru anahtarı oluşturmak için doğru kelime ve doğru kullanım gerekir. Mesela, rica minnetle işim olmaz benim. Size emrederim.
“Hemen ara, bu fırsatı kaçırma!”
“İç, ışığını yansıt!”
“Katıl, farklı ol!”
“Kullan, güzelleş!”
Gördüğünüz gibi size fikrinizi soran yok. Çünkü, doğru anahtarın açamayacağı kapı yok. Ben kelimelerin gücünü mesleğimden, saygınlığını edebiyattan öğrendim.

2. Kapı:

Diyelim ki elinize anahtarı aldınız sıra kapıyı açmaya geldi. Hangi anahtarın hangi kapıya uyacağını bilmeniz gerekir. Burada mesleki tespitlerimden çıkıp, edebiyata değinmek istiyorum. Gücün, saygınlığa dönüşme noktası burası. İlk bölümde bana sinirlendiyseniz bile, şimdi gevşeyip arkanıza yaslanabilirsiniz. Çünkü size doğru kelimeleri nasıl bulduğumun ve onları nasıl kullandığımın sırrını vereceğim. Hazır mısınız? İşte sırrım; okuyorum.

Bu kadar basit! İnsanları, olayları, durumları, hisleri kitap gibi okuyorum. Doğru okuyan biri için doğru yazmak, kopya çekmek kadar kolaydır. Hayatta boş bir sayfa olan hiçkimse yoktur. Ölüler dahi üzerlerinde kütüphaneler dolusu kelimelerle defnedilirler. Siz farkında olmayabilirsiniz ama, üzerinizde kelimelerden kıyafetler var. Kimi bir kitap gibi dolaşır, kimi broşür, kimi de not defteri gibi… Ancak herkesin cümleleri üzerinden akar, evrene ve boşluğa karışır, orada arşivlenir. Bana ise sadece okumak kalır.

O yüzden size tavsiyem; okuyabildiğiniz kadar çok insan, durum, olay okuyun. Tek kalıp yaşayıp, tek kalıp düşünen, tek kalıp insanlarla iletişime geçen biri misiniz? O zaman bence en fazla bir tane güzel kitap çıkarırsınız, diğer yazdıklarınızsa onun bir benzeri olmaktan öteye gidemez.

Şunu unutmayın. Hayatta milyonlarca insan var.
“Bence böyle bir insan yoktur.” demek, ben öyle insanlarla tanışmadım demektir.
“Bence liseli bir kız, aşk karşısında böyle bir cümle kuramaz!” demek, aşkı bu yaşımda hala algılayamadım demektir.
Hele hele “Bir insan böyle ölemez.” diyorsanız, Taksim karakolunda polislere gelen ihbarları dinlemek için bir geceyi onlarla geçirmeniz yeterlidir.

Kısacası, kelime peşinde mi koşuyorsunuz? En uygun cümle nereden çıkar diye mi bakıyorsunuz? Kaleminiz tutukluk mu yapıyor? Kopya çekin. İnsanların üzerine ceket, etek pantolon gibi giyindikleri o kadar çok kelime, uğruna savaştıkları o kadar çok cümle var ki! Silginin varlığından habersiz, sayfalarca kurşun kalem iziyle dolaşıyor herkes. Siz yeter ki, bu kişi benim dünyama ait değil, diyerek kimseye yüz çevirmeyin. Kimseyi dışlamadan, hayatlarına bir bakış atın. Farklı biri karşınıza çıktığında, yazmaya değer birinin varlığı karşısında sevinin. O kişiye değil, metinlerinize ahlaki yapınızı aksettirin. Yoksa kendi hikayenizden başkasını yazamaz, kendi kelimelerinizin dışına çıkamazsınız.

3. Hoş geldin ya da güle güle!

Empati. İşte ben böyle kelime devşirip, sergiliyorum. Çevredeki cümleleri çalıp, kendi çerçeveme oturtup, okuyucuya yansıtıyorum. Bu arada kendi üzerime sürekli yeni kelimeler giyinmeyi de ihmal etmiyorum. Ama şunu unutmayın, benim üzerimdeki cümleleri doğru(!) okuyamazsanız, kendi cümlelerinizle yine başbaşa kalırsınız.

BUYRUN BENİM

Denemeyi denemek de ayrı bir deneyim olacak benim için. Kusura bakmayın, öncelikle kendimi tanıştırmalıydım. Ben, Duygusal. Aşk doğumluyum. Deneyimlerimin yaşındayım. Fakat, eğitimimi henüz tamamlamadım. Hayat okulunda sınav vermekteyim. Bu okulda hissettiğim kadar inanır, inandığım kadar yaşar, yaşadığım gibi ölürüm. Ölümüm mezuniyetimdir benim.

Ben hep rüya görürüm, uyandığımda kabus… Hiç çekici değildir böylesi can çekişmek. Bir oradadır ruhum, bir burada… Kimisi yalanlarını gerçekleştirmek ister, kimisi hayallerini, bense rüyalarımı gerçekleştirmek isterim. Benimle akran dertlerim, pusulasını şaşırmış burnumun diki varken; firari fikirlerim aklımın yeliyle uçuşurken, bu hayatın en acı gerçeği yalanken, siz anneninizin beşiğini tıngır mıngır sallerken, uçuşan pirelerimi bedenimle bırakır, ruhumu alır çeker giderim. Gider de siyah atımla dört nala koşarım, evcil aslanımı kedi gibi okşar severim, kocaman balinamla sonsuzluk denizinde yüzerim, emrime amade 6 kurdumla düşmanı kovar, benimle konuşan gezegenlere seyahat ederim. Sonra gelir, bedenime anlatırım yaşadıklarımı, sabaha karşı! O bunları birer masal gibi dinler, rüya der geçer.

Uyandığımda, “gerçek”lere saplı, tavizsiz bir dünya karşılar beni. Eşyaların sevildiği, insanların kullanıldığı bir kabus başlar böylece. Ağaçlar konuşmaz, kuşlarla uçulmaz bu dünyada… Gözyaşlarıma baraj kurasım gelir. Hayalgücüm kadar kırılgan, duygusallığım kadar zayıf ve savunmasızımdır. Sürekli verdiğim için alınırım, hatta dost dediklerim tarafından satılırım. Güvenir aldatılır, çalışır kovulurum. Doğru söyler, dinlenmem, bakar gösteremem. İsyan deseniz, hiç edemem. Sadece uyur ve terk ederim bu dünyayı! Bir gün başarıyla mezun olabilmek umuduyla, sınavdan sınava koşaaaarrrr dururum.

İşte böyle… Ben ya rüya görürüm ya da kabus. Tek gerçeğim, ne hissettiğimdir. Tek bildiğim, yine ne hissettiğimdir. Bütün işim gücüm sınavıma çalışmaktır. Sizin rüya dediğiniz alemle, benim kabus dediğim dünyadan notlar alırım kendime. Hoca nereden soracak bilmem, korkarım; sadece korktuğumu bilirim. Sizi de korkutmak gibi olmasın ama, rüyayı burada mı görüyorum, orada mı görüyorum bunu bile bilmiyorum!!!

(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 01.12.2011 Ankara)

PLATONİK ÖZLEM

...Siz hiç aşkın bedeninde ışıldadığı bir kadın gördünüz mü?

Kadın aşkı hayata geliş amacını tamamlamış gibi, sadece bunun için var olmuş gibi yaşar. Öylesine bir güçtür ki bu onun için, bir zırh gibi çevreler benliğini. Kadın aşkla kıymet kazanır, güzel olur, ulaşılmaz durur, biricikliği tadar. Aşk, kadının başarısıdır ve o başarısını bir ömür boyu yaşatmak ister.


Ayfer kitaptan başını kaldırdı. Okuduğu paragrafla gözleri dolmuştu. Oysa birisi çıkıp, ‘Ne okudun Ayfer?’, diye soracak olsa cümleleri hatırlamıyordu. Zaten o an düşündüğü şey de kitap değildi. İçinden bir ses “Kalk” dedi sanki “Git odaya, orada bulacaksın.” O da kalktı gerçekten, hole yöneldi. Bastırmaya başlayan akşam karanlığına inat, bütün ışıkları açarak ilerledi. Salondan çıkmak için attığı her adım, sanki kendisini yirmi yıl önceye taşıyordu. Bir zaman tünelinden geçer gibi geçti holden. Bir an geldi, kendisini yirmi üç yaşındaki kadar genç ve güzel hissetti. Adımlarını ve vücudunun duruşunu değiştirdi. Üzerindeki yeleği çıkardı, saçlarını açtı ve odaya geldiğinde aynaya hiç bakmadı. İşgüzar aynanın onun kırk üç yaşında olduğunu hatırlatmasına gerek yoktu. Şu an kendini gençliğindeki kadar alımlı hissediyordu, bu hissine uygun hareketlerle giyinme odasındaki dolabı açtı. Onu bekleyen beyaz kutu oradaydı. Tıpkı zihni gibi, o da bembeyaz aşkının anılarıyla doluydu.

Kutuyu alıp yatağa oturdu. Yavaşça kapağını kaldırdı. Bir sürü mektup, kurutulmuş çiçekler, hediye anahtarlık… Ve yirmi beş yaşındaki yakışıklı sevgilisinin fotoğrafları… Bir anda hıçkırırcasına güldü ve işte o zaman ağlamaya çoktan hazır gözlerindeki yaşlar aktı. Önce, bir fotoğrafı aldı uzun uzun baktı, göğsüne bastırdı, öptü de öptü… Sonra, bir mektubu açtı ve zaten ezbere bildiği satırları yeniden okudu:

“Seni ilk gördüğüm andan itibaren seviyorum. İçimde ılık bir rüzgâr gibi esiyor sözcüklerin. Bakışların kalbimde bir resim gibi sabitleniyor, anı olup her dakikamda bana ışık veriyor. Ellerini tuttuğum zaman, kendi ellerimi sanki ilk kez hissediyorum.
Ben kendimi sende buluyorum Ayfer!
Sonra yine sende kayboluyorum!
Seni hissetmek, her şeyi kaybetmek gibi… Her şeyi uğruna tek kalemde feda etmek gibi… Sadece sen gidince tekrar etrafımı sarıyor öteki sesler. Sadece sen yokken duyuyorum kuşların kanat seslerini, fark ediyorum zamanın akışını...
Ama bir de yanımda sen varsan, ben bile yok gibiyim Ayfer”


Ve bir ses:

“Ayfer?”

Kocasıydı.

İrkildi.

Kalktı, toparlandı.

İşten eve dönen Cevdet odaya girene kadar, Ayfer hızlıca kendine çeki düzen verdi. Kocası yanına oturduğunda, beyaz kutu hala yatağın üzerindeydi.

“Nasılsın hayatım?”

“İyiyim, nasıl geçti günün?”

Öylesine sorulan birkaç soru ve verilen birkaç cevap, fazla vakitlerini almadı. Cevdet Ayfer’in yanağına bir öpücük kondurdu, ceketini çıkarıp beyaz kutunun üzerine attı ve banyoya girdi.

Ayfer’e düşen sessizce kalkmak, hem ceketi hem de kutuyu yerine yerleştirmek oldu. Birlikte akşam yemeğini yediler, biraz televizyon izleyip uyudular.

Ertesi gün Ayfer kutudan başka bir mektup çıkardı:

“Senden başka her şey hayal gibi… Rüya gibi… Aşkın kölesi misali, kurban ettim sana yüreğimi, ellerimi, kokumu, sesimi ve sözcüklerimi. Sadece sen duyasın diye konuşmak, sadece sen tutasın diye uzatmak istiyorum ellerimi.”

Şimdi, şu an, bu gencecik delikanlıyı yanında görmek için neler vermezdi! O kadar özlemişti ki onu! Bu aşkın ağırlığıyla eziliyordu kalbi. Ancak buna son vermenin bir yolunu bulmalıydı.

Hemen kocasını aradı:

-“Aşkım seni özledim!”

-“Ayfer? İyi misin? Evden çıkalı iki saat oldu hayatım! Bir şey mi oldu?”

-“Beni hâlâ seviyor musun?”

-“Ayfer şu an toplantıdayım. Ne olduğunu söyleyecek misin?”

-“Ben seni seviyorum.”

-“Toplantım biter bitmez arayacağım seni. Tamam mı?”

Telefonu kapadı. Ayfer ağlıyordu. Aşkını da özlemini de taşıyamaz haldeydi. Kelimeler boğazına takılıyor, kalbini sıkıştıran acının çaresini bulamıyordu. Kimsenin onun yanında kavuşulmaz aşklardan, imkânsız sevgilerden bahsetmeye hakkı yoktu. Yirmi yıldır evli olduğu adam, bir yabancıdan başkası değildi. Oysa o, bir zamanlar âşık olduğu o genci unutamıyordu. Derdini kimseye anlatamamanın ağır yüküyle yaşamaya mecburdu. Onu kim anlayabilirdi ki? Kiminle konuşmaya kalksa ona, “Ayfer deli misin? Âşık olduğun o gençle, evli olduğun adam aynı kişi! İnsan kocası için aşk acısı çeker mi?” derdi. Kimse bilemezdi, kimse göremezdi ki âşık olduğu gençle, evli olduğu adam aynı kişi değildi. Cevdet artık çok değişmişti! Ve bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.

Ayfer bunu biliyordu.

Ayfer özlüyordu.

Ayfer ağlıyordu.


(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 18.12.2011 Ankara)