HATİCE ÜZGÜL
Yazdıkça yazasım var.
Friday, December 06, 2013
Friday, March 15, 2013
UNUTTUKLARIN, KALDI İÇİMDE
Aslında zamanla daha az şey hatırlamak büyük bir nimet olsa gerek. Bu yüzden Sinan’a çok özeniyorum. O söyler, yapar, yaşar ve unutur. Hatırlatmaya çalıştığımda sadece boş gözlerle bakar. Ben haybeye çırpınırım. Hatta bu uğraşılarımı da küçümser. Eskiye takılmış kalmış ya da onu hatırlamadığı sözlerle kendine bağlamaya çalışan bir muamelesi yapar. “Neyse ne? Nereden aklına geldi şimdi? Söylediysem bile hatırlamıyorum.” der ve yaptıklarının söylediklerinin sorumluluğunu almaz.
Oysa sözler çok önemlidir benim için... Bir insana bağlanma nedenim bile olabilir. Sinan ise hayatıma giriş kapısı olarak kullandığı vaatleri, o kadar çabuk unuttu ki...
Şimdi “Bıktım senden!” diyor umarsızca.
Üç yıl önce, 14 Eylül 2010; “Bu gelip geçici bir heves değil. Bir hayat boyu beraber olacağız.” demişti.
Bir şeyler düğümleniyor boğazıma, önünde ağlamak istemiyorum. Bıkmış bir insana, bunu saygısızca yüze vuran bir insana haykırsam ne faydası olur ki? Ödetmeye kalksam, bunun bedeli ne olabilir? Gözlerindeki bakışa takılıyorum. Haşin ve sabit gözlerimin içine bakıyor. Dudaklarının sessizliği ile gözlerinin feryadı birbirine karışmış durumda. Öfkesi bürüyor dört bir yanımı. Zalimliği dağlıyor yüreğimi. Hafızama o görüntünün kazınmasını istemiyorum. Başımı önüme eğiyorum. Suçlu benmişim gibi... Gözlerimi yumar yummaz, başka bir anı beliriyor zihnimde;
8 Haziran 2010; Ellerimi tutup dudaklarına götürüşü ve gözlerimin içinden kalbime süzülüşü. O bakışta aşk olduğuna o kadar emindim ki...
“Artık başka biri var hayatımda.” diyor, canımı ne kadar yaksa kârdır mantığıyla.
Durup düşünüyorum. Onu bu kadar öfkelendirecek ne yapmış olabilirim? Bir bir hatırlıyorum her şeyi.
Ankara'da kendi ayaklarımın üzerinde kör topal ilerlemeye çalışırken tanışmıştık. Önceleri pek dikkatimi çekmemişti. İlk görüşte âşık olmak mayası yoktur benim toprağımda. Zor severim, zor yıkarım duvarlarımı. Büyük bir savaş veririm kendimle. Korkarım kırılmaktan. Çünkü bilirim ki, dokunulmazlığı vardır aşkın. Bilirim ki, sevmek sergilemek demektir; gözle görülmeyenleri… Tutsaklık demektir. Kalbimde bir zincir vardır da, onunla prangalar beni sevdiğim kişi. “Hep bana ver” diyerek bakanlar yaklaşamaz ama hayatıma bir giren de almadan gitmez umutlarımı, hayallerimi… Umut ve hayal o kadar değersizdir ki kimileri için, “Bu da ilişki miydi?” demeyi ihmal etmezler nankörce! Onların almayı bekledikleriyle, benim sunduğum hazine çok farklıdır çünkü… Malzeme değildir, saf özlem. Elle tutulamaz. Gözleriyle göremediklerini, bırakır giderler şuursuzca. Bilirim. Bilmek fayda etmez. Uyarmadan sevemem kimseyi.
Onu da uyarmıştım.
10 Mayıs 2010; “Sen çok kırılgansın. Farkındayım. Ama bundan sonra ben varım korkma. Ailenden bile fazla düşünüyorum seni. Güven bana.” demişti.
Az kaçmamıştım ondan. İnceden gönlüme sızmaya başladığını fark ettiğimde, aklıma danışarak ilerlemiştim hep. Sordum, sorguladım, inceledim. Gördüklerimi süzdüm.
29 Ağustos 2010 “Yapma!” dedim, “Ben hayatla tek başıma zor mücadele veriyorum. Sense kendine bir eğlence arıyor olabilirsin. Eğer öyleyse yapma!”
Telefondaki sesi ciddiydi; “Hayalin gözlerimin önünden gitmiyor. O kadar canlısın ki karşımda... Saçlarını okşayabiliyorum sanki...”
Ben ne kadar sakınsam o, o kadar hayatıma girmeye çalışıyordu. Âşık gibiydi belki de gerçekten âşıktı bilemiyorum, derken... Güzel başlamıştı. Aşk kötü başlar mı zaten? Sevdim, hem de çok sevdim. Bir müddet bunu ne kendime ne de ona itiraf ettim. Uzaktan uzağa karşılık buldu hislerimiz. Ruhum coşuyordu. Bedenim güç buluyordu. Cesaret, güven veriyordu onun yanımda olması.
3 Temmuz 2011; “Peki” dedim “Peki ben varım! Seni seviyorum!”
“Ben de seni seviyorum! Bir tanem!” diye cevap verdi.
Şimdi ise ayağa kalkmış, ceketini giyiniyor. Bir ilişkiye iki kişi başlamak zorunluyken, tek kişinin bitirebilmesini garip buluyorum.
8 Eylül 2011 geliyor aklıma;
“Sensiz yapamıyorum!” diye yakınmıştım.
“Bir daha söyle! Duymaya çok ihtiyacım var!” demişti.
Hafızam unutmuyor; o mutluluğu unutmuyorum ne yazık ki! Onun o hallerini, o dokunuşlarını, o bakışlarını, telefonum çaldığında atan kalbimin hızını unutamıyorum.
Şu an karşımda kavga çıkarmaya çalışan hâli bile unutturamıyor bana o günleri. Üstelik daha neler neler var, onun beynime kazıdığı! Kafamı iki yana sallayıp aklımı dağıtmaya çalışıyorum. Gözlerimi yumuyorum. Eliyle omuzlarımdan tutup beni kenara itiyor. Geçip gidiyor yanımdan. Ağlıyor muyum, üzgün müyüm farkında değil. Değerimi yitirmişim çoktan. Başkası var ya benden daha önemli olan, onun yanına gidiyor.
“Bunca yılım işkence gibi geçti yanında! Üç yıl boyunca... Ağzını her açtığında, sinirlerim bozuluyor. Neden bilmiyorum! Sana katlanamıyorum artık!” diyebiliyor.
Öfkeli ama rahat. Utanmıyor, sakınmıyor.
Öfkeli ama rahat. Utanmıyor, sakınmıyor.
Anlıyorum, neden bahsettiğini. Onu özlediğim zamanlar, söylenmem ‘dırdır’ olmaya başlamıştı artık onun için.
24 Ocak 2013; “Sinan seni özledim neden gelmiyorsun artık?”
“Sıkma beni üç haftadır görüşmüyorsak ne olmuş? İşim var benim!”
Acımasızca, yaptığı diğer haksızlıklar da geliyor aklıma...
Susuyorum.
Yutuyorum sözcükleri. Her zaman yaptığım gibi...
Yanımda istemiyorum onu artık ama canıma yapışan bu aşka ne olacak? Bilemiyorum!
Kapıya uzanıyor. Açıyor. Çıkmadan bir soru soruyorum. Ne diyeceğini değil, nasıl bakacağını merak ettiğim için;
“Hani, bir ömür boyu sürecekti?” diyorum.
“Efendim?” diyor.
Gözlerinde sadece unutkanlık görüyorum. Ona en son aldığım ve hiç kullanmadığı hediyenin yerini sorsam ancak böyle bakardı. Boş boş ve anlamsız...
“Artık sadece işine odaklan. Boş ver geri kalan her şeyi.” deyiveriyor. Demekle oluyor sanki.
Kendisi için kolay ve basit ya… Benim için de basit her şey sanki. Kendisi unuttu ya, ben niye hatırlıyorum ki? O bitirdiyse, bana da arkamı dönüp çekip gitmek kalıyor. Bir varmış bir yokmuş sevgisinin cezasını bana kesiyor. Hesap sormaya bile hakkım yok. Gözyaşlarımı yalnız akıtmalıyım bundan böyle.
O yüzden;
“Sen gelmeden önce zaten, sadece işim için yaşıyordum! Neden karşıma çıkıp kalbimi, aklımı karıştırdın?” diye soramıyorum.
Kapıyı kapatıp çıkıp gidiyor.
Ben kalıyorum.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi
Hikâye Atölyesi 14.03.2013)
Hikâye Atölyesi 14.03.2013)
Yıllar Önce
Bir iş bir insana ağır geliyorsa... Bu kişi beceriksizliğinden ötürü başkalarını haksız yere suçluyorsa... Sorumlulukları o kişiyi gerim gerim geriyorsa... Görevini yapacak gücü kendinde bulamıyorsa... Altında çalıştırdığı kişiler, işe o kişiden daha fazla hâkimse... Elemanlarını yönlendirmek yerine onlarla rekabete girip, kendini daha değersiz ve aşağılık hissediyorsa... Ancak bu şartlar altında böyle bir tablo çıkardı ortaya. Çalıştığım iş yeri, gün geçtikçe katlanılmaz bir hâle gelmeye başlamıştı. Eski müdürümüz Halil Bey’i özlüyordum. Patronumuz Aysel Hanım ile Halil Bey arasında çıkan küçük bir tartışmanın bizleri bu noktaya getirebileceğini kim tahmin ederdi ki? Halil Bey, sinirlenip bir anda ofisi terk etmişti. O günden sonra Halil Bey bir müddet işsiz kaldı, bu boşluğun tadına varmak için tatile çıktı. Ne patronun keyfi kaçmıştı ne de daha sonra yeni bir iş bulacağından emin olan Halil Bey’in... Olan bize olmuştu. Bu sorunlu yeni müdürle baş başa kalmıştık.
Yaptığımız işi yeni müdürden daha iyi yapmak suçtu. Çünkü meğerse, aldığı hatalı bir karar karşısında fikirlerimizi sunup, öneride bulunmamız onu en çok kızdıran şeymiş. Bizim haklı olduğumuzu biliyordu; patrona karşı mahcup olmamak için bizim fikirlerimizi uygulamaya sokuyordu, oysa içten içe kaynayan bir volkanik dağ gibiymiş. Bunu bilemezdik. Çünkü öfkesi anında tepemizde patlamıyordu. Önce, yılışık yılışık, iki yüzlü bir şekilde yüzümüze gülümsüyordu. Her şey yolunda sanıyorduk. Biz üstümüze düşeni yapmış, firmayı olası bir krizden kurtarmıştık ne de olsa… Fakat, bütün bunların acısı sonradan çıkmaya başladı. Mesela; diyelim ki müşteri onunla değil, işi bilen kişi olarak benimle görüşmek istedi… İlk önce, toplantıda anlayışlı bir şekilde kenara çekilip imzaların atılmasını seyrediyordu. İmzalar atıldıktan sonra, küçük bir tebrik bir kenara dursun, maaşımı almakta zorlanıyordum. “Şirket dar boğazda” lafını ben Halil Bey zamanında duymamıştım. İki ay içinde iflasın eşiğine gelmemiz de mümkün olmadığından, ortada bir garez olduğu su götürmez bir gerçekti. Evet, işi iyi yapmak suçtu ama, kötü yapmak daha büyük bir problemdi. Böyle bir durumda, kendisinin müdür olduğu gerçeği ile bizim haddimizin çerçeveleri derhal bildiriliyordu. Beklediği bir fırsat eline geçmişçesine üzerimize gelmekten çekinmiyordu. Bir müddet sonra, çalışma şevkimiz, azmimiz kalmadı. Derhal, kendisine yalakalık yapan birkaç elemanı gözdesi ilan etti. Bu elemanlar işi bilmiyor, piyasanın çok altında maaş talep ederek bizi zor durumda bırakıyor ve müdürün şişik egosuna gereken takviyeyi yaptıkları için hataları görünmez hâle getiriliyordu. Bir müddet sonra ağzımızla kuş tutsak yaranamaz olduk. Patronla konuşmaya çalışmak da yersizdi. Çünkü o, böyle bir amirin arkasında durmak gibi bir hataya düştüğünü çoktan ilân etmişti bile. Yeni amirin az para talep eden yeni elemanları, onun da hoşuna gidiyordu. Biz birkaç arkadaş, yeni iş arar olduk.
Birkaç önemli müşteriyi firmaya bağlamama rağmen, o ay henüz maaşımı alamamıştım. Üstelik o gün, gereksiz birçok fırça yiyip, patronumun, yeni müdürümüzün ne kadar önemli bir kişi olduğu hakkında attığı nutukları dinlemek zorunda kalmıştım. Çünkü iş yerinden kopuk olan patronum, yeni müşterilerimizin başarısını müdürümüzden biliyordu. Gergindim. Ödemem gereken bir kira, faturalar ve kredi kartlarım vardı. İş bulmanın da ne kadar zor olduğunu biliyordum. Umutsuzluğa düşmemeye çalışsam da çoktan sıkıntıya düşmüştüm. Beşiktaş sahilinde, üniversite bahçesinin tam karşısında kalan bir banka oturdum. Boynum büküktü. Hüzünlü gözlerle boğaza bakakalmışım. Soğuk rüzgâr içimdeki kor kor alevleri azcık serinletiyordu. Derin bir nefes çektim. İstanbul’da yalnız yaşayan bekâr bir bayandım. O kördüğüm hâline gelmiş işe ihtiyacım vardı. Kolay mıydı o kadar, pat diye ofis değiştirmek. Özgeçmişte hiç de hoş durmuyordu; sürekli bir yerden bir yere geçmiş olmak. Zaten başka bir iş bulsam, orada sorun yaşamayacağımın garantisi var mıydı?
“Abe bir falına bakam, prenses!”
Yaşlı bir çingene ne zaman yaklaştıysa; dikilmişti tepeme. Boş bulunduğum için önce irkildim. Sonra, dalgın gözlerle yüzüne baktım. O yüzde neler yoktu ki?.. Hayatı yalamış yutmuş, her sıkıntıyı görmüş geçirmiş, artık diğer insanlarla olan ilişkisini otomatik bir müşteri-falcı kisvesine büründürmüş, anasının gözü bir kadın vardı karşımda. Hani boş bulunsanız, ayağınızdan ayakkabınızı alıp sizi çıplak ayak yürütecek tipler olur ya... İşte onlardan. Kadının omuzlarında ağır bir yük gibi taşıdığını belli ettiği yaşam tecrübesi karşısında ezildim. Kim bilir benim içinde debelendiğim problemler ona ne ıvır zıvır gelirdi.
İçimi dökmeye kalkıp da “Çok yalnızım, işsiz ve evsiz kalmaktan korkuyorum. Gelecek kaygım ve iş stresim beni bitiriyor!” desem,
“Çocuk yaştan beri tecavüze uğruyorum, evsiz olduğum için çadırda kalıyorum. Her gün fal bakmak için kilometrelerce yol yürüyorum. Sen ne diyorsun bre abla! Kime dert yanıyorsun! Seninki de dert mi?” demesi işten bile değildi.
Üstü başı kir pas içinde... Yamalı, sökük elbisesi havanın soğuğuna karşı savunmasız... İnatla ona fal baktırmamı istiyordu. İstediği şey benim cebimdeki paramdı. Ne kadar çok alsa, o kadar iyiydi. Kederli kederli boğazı seyrediyor olmam onu iştahlandırmış olmalıydı. Beni mutlu edecek küçük bir söze, iyi bir gelecek vaadine ne kadar ihtiyacım olduğunu metrelerce uzaktan ilk bakışta fark edecek kadar ustalaşmıştı artık. Gerçekten de konuşacak birine ihtiyacım vardı o anda. Amacım fal baktırmak değildi. Geleceği tahmin edebileceğine ihtimal bile vermiyordum. Sadece yanımda bir insan vardı işte ve bu önemli bir şeydi o sırada.
“Ne kadar istiyorsun?” diye sordum.
“Ne verirsen, güzel ablam!” diye başladı. “O kara gözlerine kurban olayım. Allah sevdiğine bağışlasın. Atasın bir beşlik…” diye bitirdi cümlesini.
Gitmesin, uzaklaşmasın istiyordum. İçimdeki acıyla beni baş başa bırakmasın, aklımı dağıtsın diye beş lirayı cebimden çıkardım. Uzattım sağ avucumun içini kadına doğru.
“Güzelsin. Akıllısın. E ne diye bu kadar efkârlanırsın.” diye söze başladı.
Güzel olmadığımı, para koparmak için bana iltifat ettiğini biliyordum. Oturup bir çingeneye fal baktırıp beş lira verecek kadar da salaktım. Efkârlı olduğum da herkes tarafından malum olabilecek bir gerçekti.
‘Çok param varmış gibi, vereceğim beş lirayı. Gitti param.’ diye geçirdim içimden. Elimi uzatmamla birlikte çoktan pişman olmuştum bile yaptığım şeye zaten!
“Üzülmeyesin!” dedi. “Sen çok başarılı olacaksın. Sayfa, sayfa… Bir sürü sayfa görüyorum. Yazar mısın prenses? Kitap mı çıkaracaksın, ne?” dedi.
Al işte... Edebiyatla ne alakam vardı ki benim? Ben kiimmmmm, kitap yazmak kimdi! Derin bir of çektim. Güncel sıkıntılarımın hiçbirine değinmemişti. İş bulacak mıydım, para kazanacak mıydım? Aşık olacak mıydım? Yookkk!... Kitap çıkaracakmışım. Pehhhh...
“Elin güzel, kalbin güzel. Tertemizsin. Allah boşa çıkarmaz emeklerini. Sabret! Göreceksin bak. Herkescikler alıp okuyacak senin kitabını. Merak etme!” dedi.
Beş lirasını verip avucumu kapattım. ‘Ben kitap yazacağım da, herkescikler alıp okuyacak kitabımı, olur şey değil.’ dedim, kendi kendime. Teşekkür bile etmeden kalkıp sahili boydan boya yürümeye başladım. Derdimi anlayacak, bana yol gösterecek kimsem yok diye düşündüm.
Haftalar sonra işten çıkarılacaktım.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi
Hikâye Atölyesi 14.03.2013)
Hikâye Atölyesi 14.03.2013)
Ninniler bitince
Küçük kurumuş dilin peltekleşiyor. Konuşamıyor musun? Heyecanlı mısın? Baskı galiba bu üzerindeki. Babana bakıyorum. Çalınmayan bir bestenin duyamadığım ezgisi zihnimde... Sessiz sinemaların çığlığı gibi... Bir altyazı gibi gelip geçiyor düşünceler aramızdan. İzliyoruz, okuyoruz. Ama dillendiremiyoruz. Önce baban konuşmalı. Haydi der gibi bakamıyorum ona. Romatizmalarım artmış.
Ah kızım. Bir şekerle seni yatıştırabildiğimiz günleri özlüyorum. Yutkunuyorum.
Kalkıyorsun. Pencereye doğru yürüyorsun. İlk adımların geliyor aklıma. Düşeceksin diye korkuyorum!.. Dimdik dikiliyorsun karşımızda. İçten içe bana daha çok ihtiyacın olduğu günleri özlüyorum. Seni yetiştirirken büyümeni istememişim galiba. Baban da istememiş. Hele baban… Sen büyüyünce ne olacak, hiç düşünmemişiz. Hazırlıksız yakaladın bizi. Hoş; zaten hazırlık yapmaya da niyetimiz yoktu.
Kendi kararların olacağını biliyorduk ama... İlk kararın bu mu olacaktı?
Şimdi yine gökkuşağını sor. “Ay tabak mı anne?” de. Ağla gecenin bir yarısı. Hiç uyutma beni! Uyuşmuş ayaklarımda sallayayım seni. Pırasa yaptım diye küs bana. Ama sadece onun için küs ne olur! Başka suçum yok benim, suçumuz yok bizim. Yine bize ait ol. Bütün korkularını bize emanet et tekrar. Kendi yelkenine kendin üfürmeye kalkma. Hırçın dalgalar karar verir yönüne sonra.
-“Baba!” diyorsun.
İlk ‘Baba’ demiştin zaten, yaşına girmeden.
-“Ben gidiyorum!” diye eklememiştin o zaman.
Oy yavrum. Yüreğine mi indireceksin adamcağızın?
Bu kadar değişebildiğini aklım almıyor. Baban susuyor. Yok yok... Aslında çığlık atıyor da sen farkında değilsin. Ben kanıyorum, görmüyorsun. Peki, sen ne haldesin?
Yokluyorum kelimelerimi doğru sözü bulamıyorum. Baban sonunda bir soru buluyor:
-“Nereden öğrendin?” diye mırıldanıyor.
O da çaresiz. Sesini yükselterek sana oda cezası veremeyeceğinin farkında. Alttan alıyor. Kaçınılmaz sonu uzatıyor. Sen sonlara inanmazdın hani?
Birkaç gün sonra doğum günün. En sevdiğin pastayı yapsaydım. Sen mumları üflerken camdan pabuç dileseydin. Elmaları cadılar zehirliyor diye, sevmediğin komşu kızına bütün elma sularını içirmeye kalksaydın tekrar.
Ne zaman bindin kendi beyaz atına? Ne zaman kötü adamların oyununa geldin? Ne ara gözlerine öfke oturdu a bebeğim? Bir zamanlar gözyaşlarını sildiğim gibi, kırışıklıklarını sileyim gel.
Ama önce sakinleşmelisin.
Biz sana iyi ebeveyn olamadık mı?
-“Öğrendim işte!” diye çıkıştığın bizleriz.
Bak bize!
Gözlerimize bak!
-“Öz anne babamdan öğrendim!” diyorsun.
Dikkatli baksan göreceksin.
Benim özüm, bizim özümüz sensin.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi
Hikâye Atölyesi 14.03.2013)
Hikâye Atölyesi 14.03.2013)
Saturday, December 29, 2012
KÂBUSU DİLEYEN ADAM
Zifiri karanlık… Tıksız sessizlik… Kesif
ölüm kokusu… Uyandığında bir tabutun içinde uzanmış haldeydi. Bilinci yerine
gelir gelmez, tüm gücüyle ve büyük bir telaşla tabutun kapağını içeriden
ittirdi. Beceremedi. Üzerindeki toprak kaskatı bir duvar oluşturmuştu. Kapağı
oynatmak bile imkânsızdı. Korkuyla sağı solu yumruklamaya, ayaklarıyla tahtayı
tekmelemeye, tepinip çırpınmaya başladı. Bir yandan da bağırıyordu. Sonra
düşündü, aklına bir film geldi. “Tabuttaki havayı bağırarak tüketmeyeyim.” dedi.
Durdu. Durunca, hareketsizlik onun daha çok paniğe kapılmasına neden oldu.
Sıkışmışlık hissi, bir astım hastasıymış gibi, nefes alıp vermesini
engelliyordu. Göğsünde bir ağırlık oluştu. Kısık kısık, zorla nefes alıp
vermeye başladı. “Öleceğim!” dedi kendi kendine, “Ölmek istemiyorum!”
Biraz bekledi. Sonra dayanamayıp,
“İmdat!” diye haykırdı, “İmdatttt!” dedi. “Selvi, kızım! Orada, yukarıda
olduğunu biliyorum. Her gün annenin mezarı başından ayrılmazsın. Annenin
ölümüne sebep olduğum için bana kızgınsın. Biliyorum! Ama lütfen bana yardım
et, lütfen! Bir daha sana elimi kaldırmayacağım, söz veriyorum. Haydi, dışarı
çıkar kızım beni!” Umutsuzca bir cevap bekledi ama nafile…
İki yıl önce ölümüne sebep olduğu
rahmetli karısı geldi aklına. Evlendikleri günden itibaren, bir gün olsun gün
yüzü göstermemişti kadıncağıza. Hatta hamilelik döneminde bile dövmüştü onu da,
bu sebeple kızı Selvi bacağından sakat olarak doğmuştu. Ondan sonra da Allah
onu cezalandırmış, başka bir çocuk daha vermemişti İrfan Efendi’ye. Bunların
dışında bir şey hatırlamaya çalıştı, kendine dair, fakat hafızası neredeyse
tamamen silinmişti. Sabah-akşam dövdüğü karısının çaresizlik dolu mor bakışlarıydı
zihninde kalan. Darbelerden korunabilmek için, başını sakındırdığı çelimsiz
kolları… Üzerine kan sıçramış yırtık pırtık gömleği… Kırık dişlerini ardında
gizleyen ince dudaklarından çıkardığı iniltiler… Ardından biricik kızının
kızgın yüzü… Kızgın bakışlarının dışında nasıl da annesine benzerdi. Birden Selvi’nin
sesini sanki kulağının dibinde duydu:
“Seni hiç affetmeyeceğim baba! Hiç…”
“İmdaatttt!” diye bağırdı tekrar,
umutsuzca. Aklını buradan çıkmaya vermeliydi. Düşüncelerini kontrol etmeli,
kendini bu durumdan kurtarmanın bir yolunu bulmalıydı. Bir yol olmalıydı. Kim
kapatmıştı, onu oraya? Yoksa bu bir kâbus muydu? “Evet, evet öyle olmalı.” dedi
kendi kendine. “Bu bir kâbus ve ben birazdan uyanacağım.” Hâlâ tabutta nefes
alabilmesi buna işaret olabilirdi. Kendi kendini uyandırmaya çalıştı. Fakat,
uyanamadı.
O böyle boşa çabalarken, tabut
giderek daralmaya başladı. Tabut küçüldükçe kendi bedeni büyüdü. Yavaş yavaş, dehşet
verici bir basınç altında ezilmeye başladı. Her hücresi acıyla titredi sanki. Kemikleri
iç içe geçiyormuş gibiydi. Çığlık bile atabilecek durumda değildi. Çaresizdi.
Derken, bir boşluk… Karanlık bir holden geçer gibi oldu. Zifiri karanlık,
yerini alacakaranlığa bıraktı. Etrafına bakındı, sanki aynı tabutun içinde bir
çakıl taşı kadar küçücük kalmıştı. Artık, devasa bir tahta kutunun içinde dimdik
ayakta durabiliyordu. Birden acı soğuğu hissetti, soğuk iliklerine kadar işledi.
Titredi. Ama bunun nedeni daha ziyade korkuydu. Şimdiye kadar belki de hiç
hissetmediği korku, ona kendini bir böcek kadar güçsüz hissettiriyordu.
“Bitsin bu kâbus!” diye bağırdı. Sanki
sesine cevap gibi, karşıdan ince bir ışık sızdı. Eliyle gözlerini siper edip,
ışığa doğru koştu. Fakat ne kadar hızlı koşsa da, aslında yerinde sayıyordu.
Birden ışığın içinden çıkan, yanına doğru gelen iki kişiyi gördü. Ne kadar
korksa yeriydi. Çünkü bu iki kişi, tabutunun yüksekliği kadar uzundu. Ufalmış
minik bedeni nedeniyle, onları dev olarak görüyordu. Devlerin yüzünü ışık
sebebiyle seçemedi. Dizleri titredi. Yere çöktü.
Güm… Güm… Güm…
Devlerin ayak sesleri yaklaştıkça,
İrfan Efendi manevi olarak tamamen çöktü. Neredeydi karısını ve kızını döverken
ortaya çıkan o güçlü, cesur ve sözüm ona gözü kara İrfan? Pıstı…
İki güçlü dev, İrfan Efendi’nin
yanına kadar gelip, tepesinde dikildiler. İrfan Efendi, ayağa kalksa bile
onların ayak bileğine gelemeyecek kadar küçülmüştü.
Kızının sesini duydu:
“Babacığım ne olur? Bize acı!”
Devlerden birinin sesi, kızının
sesini takip etti:
“Rabbin kimdir?”
İrfan Efendi, soruyu bir an
algılayamadı. Başını kaldırıp soruyu sorana baktı. Karşısında çatık kaşlar,
çatık kaşların altında delici bakışlar, bakışları tamamlayan keskin hatlı bir
burun, sivri çenesiyle burunun arasında ince dudaklar vardı. Bu yüzde hiçbir
duygu kırıntısı göremedi. Bu duygusuzluk onu korkuttu. Sorulan sorunun cevabını
bile düşünmüyordu o anda.
Diğeri sordu:
“Nebin kim?”
Bu sorular bir yerden tanıdık mı
geliyordu ne? Bu nasıl bir rüyaydı? Hiçbir şey hatırlamıyordu. Dudaklarını
aralayıp konuşamıyordu. Derken sol yanında çirkin bir varlık belirdi. Hilkat
garibesi gibi, eciş bücüş yüzünde gözü nerede, ağzı nerede belli değildi.
Dehşete kapıldı. Korktu, ancak felç geçirmiş gibiydi artık. Ne hareket
edebiliyor ne de konuşabiliyordu. Onun yerine bu korkunç varlık konuştu:
“Onun inancı, paranın gücü; yol
göstericisi, şeytandır!”
İtiraz etmesi gerektiğini biliyordu
ancak, ne cevap vermesi gerektiğini unutmuştu. Çaresizce iki deve bakmaya devam
etti. Onların duygusuz yüzleri bile, bu yeni varlığın yanında çok sempatik
geldi gözüne. Birden ağlamaya başladı, ama gözyaşları akmıyordu. Elleriyle
yüzünü kapatmak istiyordu ancak hiçbir organı ona itaat etmiyordu. Birden sağ
yanında bembeyaz giyinmiş, genç ve yakışıklı biri belirdi. Bu yeni genci
gördüğünde içi biraz rahatladı.
“Ama hayattayken namaz kılıyordu.”
dedi bu genç.
Korkunç varlık araya girdi:
“Kuran’da gösteriş için namaz
kılanlar hakkındaki hükmü hepimiz biliyoruz.” dedi. “Bırak Münker ve Nekir
işlerini yapsınlar.” diye eklemeyi ihmâl etmedi.
Beyaz giyinmiş genç utanarak başını
yere eğdi. İrfan Efendi’ye gelince, Münker ve Nekir isimlerini nereden duyduğunu
hatırlamaya çalıştı, bulamadı.
Korkunç varlık:
“Eğer bu soruların cevaplarını
dünyada bulabilmiş olsaydı, şu an onu hiçbirimiz susturamazdık. Bakın hiçbir
şey hatırlamıyor bile… Çünkü o dinini kalben, ihlâsla yaşamadı ki… Müslüman
olarak ölmedi. O benim payım!” diye bağırdı beyazlı gence doğru.
Münker ve Nekir araya girdiler,
beyazlı gence doğru dönüp:
“Sen yalan söyleyemezsin namazını
kılarken, gösteriş için mi kılıyordu yoksa ibadet için mi?” diye sordular.
Felç geçirmişçesine hareketsiz kalan İrfan
Efendi, ‘Ne olur, yalan söyle’ der gibi baktı.
Beyazlı genç başını kaldırıp:
“En doğrusunu Allah bilir.” dedi.
Nekir bunun üzerine tekrar sordu:
“Rabbin kim? Nebin kim?”
İrfan Efendi ne diyeceğini
bilemiyordu. Hiçbir şey hatırlamıyordu.
“Gerçek inancı olmayan hiç kimse,
burada bu sorunun cevabını hatırlayamaz!”
Bunları söyledikten sonra, korkunç
varlık, elinde bir defter evirip çevirmeye başladı. Defter o kadar kabarıktı
ki… O çirkin şey bile hangi sayfadan başlaması gerektiğini bilemedi. İrfan Efendi
hemen genç ve güzel delikanlıya döndü. Bir umut ışığıydı onun yüzünde aradığı.
Oysaki genç, sadece elindeki incecik kitaba bakıyordu.
Münker:
“Karını ve kızını çağırıyoruz.
Şahitlerine ihtiyacımız var.” dedi.
Işıklı kapı tekrar açıldı. Sağ
yanındaki genç kadar bembeyaz giyinmiş karısı ve kızı yanlarına geldiler.
Yüzleri huzurlu bakışları yumuşaktı. İrfan Efendi ilk kez gözlerinden boncuk
boncuk yaşları akıtabildi. Onlara sarılmak, onlarla birlikte yuvalarına dönmek
ve bu sefer mutlu mesut yaşamak istiyordu. Ancak artık çok geçti.
Nekir:
“Burada kimse yalan söyleyemez.
Birazdan duydukların onların hak sözleridir. Hazırlıklı ol!” dedi.
İrfan Efendi boynunu büktü.
Kulaklarını dört açıp, sözü ilk alan karısını dinledi:
“O benim kocamdır. Beni dövmüş olsa
da, hayatımı zindan etmişse de, canıma kıydıysa da ben onu affediyorum. Kader
böyleymiş.” dedi.
Bir anda İrfan Efendi’nin içini huzur
kapladı. Gözlerinin içi güler gibi oldu. Üzerindeki hayali cendere sanki gevşedi.
Bir an kasları açıldı. Sonra sözü Selvi kızı aldı. Bakışları yumuşak, sesli bir
melek gibi tatlıydı ama söyledikleri… Ah o söyledikleri yok muydu?...
“Bu adam, benim babamdır. Annemin
katilidir. Dünyada bir bacağımın sakat kalmasının sebebidir. Ailemizin
mutsuzluğunun nedenidir. Annemle beni Allah’tan korkmamacasına döverdi. Hiç
acıması yoktu. İnsafa gelmezdi. Yalvarmalarımı dinlemezdi. Hayatım boyunca aynı
sözü tekrar ettim. Şimdi burada yine tekrar ediyorum: Ben bu adamı
affetmiyorum. Bana yaptıkları için değil, anneme yaptıkları için affetmiyorum!”
İrfan Efendi için zaman bir an durmuş
gibi geldi. Geçmişe dair, sadece bu iki kadına yaptıklarını hatırlıyordu. Evet,
kızı haklıydı. Bütün bu söylediklerini onlara yapmıştı. İçindeki şiddeti
yıllarca hep o ikisine kusmuştu. Şimdi ise başına ne gelecekse bu yüzden
gelecekti.
Münker üçüncü ve son kez tekrar
sordu:
“Rabbin kim? Nebin kim?”
O esnada kızının gerçek hayattaki
yalvarmalarını duydu zihninin içinde:
“Allah, Muhammed aşkına yapma baba!
Vurma baba!”
Cevap bu cümlenin içinde bir yerde
gizliydi. Ama nerede?
Hala son bir umutla, “Umarım bu bir kâbustur.
Ben ölmedim. Ölmüş olamam.” diyordu içinden. Ondan bir ses gelmeyince, Münker,
Nekir, güzel yüzlü genç, Selvi ve annesi içeri süzülen ışığa doğru yürüyüp,
kayboldular. Korkunç ve çirkin yaratıkla İrfan Efendi’yi kıyamete kadar orada baş
başa bırakıp çok çok uzaklara gittiler.
(Avrasya Yazarlar Birliği, Hikâye
Atölyesi, 28.12.2012)
Saturday, April 14, 2012
GECE YOLCUSU
“Cinleri
de hâlis ateşten yarattı.” Rahman Suresi 15. Ayet
Yıl
1986...
“Yattım sağıma döndüm soluma. Melekler şahit olsun,
dinime imanıma. Yattım Allah kaldır beni. Nurlarına daldır beni. İmanla
Kuran’la gönder beni. Âmin.”
“Aferin kızıma. Bütün dualarını ezberlemiş benim
bebeğim.”
“Anne duvarda asılı olan halının desenleri, gece
gözlere dönüşüyor. Beni izliyor.”
“Hatice, ateşin geceleri sen uyurken yükseliyor
bazen. Biliyorsun hastalığın yüzünden. Ateşi yükselen insanların hayal görmesi normaldir.
İyileşince geçecek yavrum merak etme.”
“Bazen kâbus görüyorum. Bu da mı ateş yüzünden?”
“Evet. Tabii ki. Merak etme hem, sen çocuksun,
günahsızsın. Melekler hep yanında olur. Her zaman korurlar seni.”
“Biliyorum. Bütün gece benim için onlarla
savaşıyorlar zaten. İyi geceler anne.”
“İyi geceler.”
Annem bir konuda yanılıyordu; gördüğüm şeylerin
astım hastalığıyla ya da ateşle alakası yoktu. Başka bir konuda ise yerden göğe
kadar haklıydı; melekler günahsız olanı koruyorlardı. Keşke hep çocuk
kalsaydım...
“Ben
cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” Zariyat Suresi
56. Ayet
Yıl
1993...
Nefes almak çok zordu. Astım hastalığından yeni
kurtulmuş, tedaviye cevap vermiştim ancak bu sefer başka bir şey nefesimi
kesiyordu. Tir tir titreyerek o simsiyah siluetin altında hareket edemeden
yatıyordum. Çabalarımın hepsi boşunaydı. Boncuk boncuk terler, yüzümden
süzülürken, gözyaşlarım onlara karışıyordu. İnlemek için bile dudaklarımı aralayamıyordum.
Zihnimin içinde çığlıklar atsam bile, beni kimse duyamazdı. İçimden bildiğim
bütün duaları okumaya başladım. Biliyordum ki birazdan ezan okunacaktı ve “o”
çekip gidecekti. Çalar saat gibi hiç şaşmadan her sabah üstüme çullanan bu
gölge benden ne istiyordu, tam olarak bilmiyordum. Korkuyordum.
Ve en sonunda ezan okundu. Siyah silüetin
uzaklaşmasıyla, yavaş yavaş hareket edebilmeye başladım. Annemle babamın sabah
namazına kalktıklarını duyuyordum, ancak yatağımdan çıkmak için gereken cesaretim
yoktu. Ben oda kapısına ulaşana kadar ya tekrar karşıma çıkacak olursa?.. Yorganı kafama çekip bir
müddet bekledim. Gün ışımaya başladığında hemen annemin yanına gittim. Her
sabah olduğu gibi, namazdan sonra salonun bir köşesinde oturmuş mırıl mırıl Kuran
okuyordu. Yanına oturup başımı omzuna koydum.
“Ne
oldu kızıma?”
“Karabasan”
“Nasıl
yani?”
“Anne
hani seninle teravih namazına gitmiştik ya bir akşam.”
“Evet?”
“O
gece namaz kıldıktan sonra, çok güzel bir rüya gördüm. Ramazan ayı bitene kadar
aynı rüyayı gecenin aynı saatinde görmeye devam ettim. Rüya bitiminde ezan
okunuyordu ve ben aniden uyanıyordum. İçimden bir ses namaz kılmam gerektiğini
söylüyordu ama ben hep üşendim, erteledim, uyudum. Ramazan ayı bittikten sonra,
gördüğüm rüya kâbusa dönmeye ve “o” gelmeye başladı. Uzun boylu, simsiyah
giyinmiş, yüzünü göremediğim biri! Her gece aynı saatte… Ezandan önce...”
“Seni namaza davet ediyorlar kızım. Namaz kılmaya
başla!”
“Korkuyorum anne. Namaz kıldıkça onları daha çok
görüyorum. Ben görmek istemiyorum!”
Sanmıştım ki, bu görüntülerin bir düğmesi vardı da
ben bütün bunlara tepki vermeyerek, o düğmeyi kapatabilecektim. Ve yine
sanmıştım ki, korkunç olan tek şey o
siyah siluetti...
“Âlemlerin
Rabbi Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz.” Tekvîr Suresi, 29. Ayet.
Yıl
1996...
Bazı şeyler yasaksa yasaktır! Gidip elmayı yemenin
lüzumu yoktu. İçimdeki falcılık tutkusunu da susturamamak benim suçumdu.
İnsanların yüzüne bakarak, onlarla ilgili şaşırtıcı şeyler söylemek de nereden
çıkmıştı? Ama kendimi tutamıyordum. Bazı şeyler dudaklarımdan dökülüveriyordu.
Küçüklüğümden itibaren, çevremdeki insanlar benim hislerime ve sözlerime çok
dikkat eder oldular. Kimi zaman kendim bile nereden geldiğini bilmediğim
bilgilerin doğru çıkmasına şaşırıyordum. Ne bana ne de konuştuğum kişilere
hiçbir faydası dokunmayan bir sürü şey söyledim. Söylediklerim çıktıkça korkunun
yerini gurur almaya başladı. Ve siyah siluet tekrar göründü!
O kadar öfkeliydi ki, suratıma esaslı bir tokat
patlattı. Tokadın acısıyla aniden irkilip, sıçrayarak uyandım. Işığı açıp
aynaya baktığımda, yanağımın kızarmış olması yastığın izi yüzünden değildi!
Uykular rüya ile başlıyor, rüyalar kâbusa karışıyordu. Birkaç gece üst üste o
siluet rüyamda benim için yılanlarla savaştı. Bense hangi tarafı tutacağımı
bilemiyordum. Yılanlara mı yardım etmeliydim yoksa ona mı? Haftalar sonra,
başka bir rüyada, yılanların hepsi bedenimi sarmıştı ve ben ilk kez
karabasansız uyandım.
“İşte
onlar, kendilerinden önce cinlerden ve insanlardan gelip geçmiş topluluklar
içinde, haklarında azabın gerçekleştiği kimselerdir. Gerçekten onlar ziyana
uğrayanlardır.” Ahkaf Suresi 18. Ayet
Yıl
2000...
Artık falcılığı para karşılığı yapıyordum ve
çevremde ünüm oldukça artmıştı. Bir yandan üniversite için cep harçlığım çıkıyordu,
bir yandan da çevre kazanıyordum. Ama bir şeyler ters gitti ve çember kırıldı.
Kâbuslarımda artık siyah siluet yoktu ancak başka şeyler vardı. Uykudan
gözlerimi açınca yatağın yanında dikilen küçük insansı varlıklar! Simsiyah
gözlerinin etrafında sürmeler çekili, yüzleri dövmeli, kulakları değişik,
sesleri iğneli, bakışları rahatsızlık verici, başka bir âlemden gelmiş
varlıklar! Uykuda değil, rüyada değil, kâbusta değil, tam karşımda!
“Haticeeeee!”
Sesleri kulaklarımda bütün gün çınlıyordu. Bir yandan
hayatım tepetaklak oluyorken diğer taraftan korku dolu geceler geçirmeye
başladım. İlk önceleri hayatımda ters giden şeylerden dolayı strese girdiğimi
ve böyle halisünasyonlar gördüğümü düşünüyordum. Ailem benim üniversiteyi
bitirmemle İstanbul’dan ayrılma kararı almışlardı. İki yıl Ankara’da kalıp bu
süre içinde Sivas’ta bir köye ev yaptıracak ve tamamen kendi hayatlarına
yöneleceklerdi. Peki, ben ne olacaktım? Büyük tartışmalar ve hırpalanmalar
yaşandı. Bunun kaçınılmaz sonucu olarak, gördüğüm şeyler strese bağlı
olabilirdi! Işığı kapatınca uyumamı bile beklemeyen, sesler ve görüntüler...
“Lütfen anne beni yalnız bırakmayın!”
“İblis: Ey Rabbim,
beni azdırmana karşılık yemin ederim ki kesinlikle ben yeryüzünde onlar için
süsler yapacağım ve hepsini azdıracağım!” Hicr
Suresi 39. Ayet
Yıl
2008...
İstanbul’da tek başıma ayakta durmaya kısa sürede
alıştım. İletişim sektörünün cıvıltılı atmosferi (Güzel). Vur patlasın çal
oynasın zamanlar (Eğlenceli). İçi başka dışı başka afilli yalnızlıklar dünyası
(Uyum sağlanabilir). Arkadaşlarını ve sevgililerini düşmanları arasından seçen
zavallılarla yaptığım iş anlaşmaları (Sinir bozucu). Kâbuslar (Aynen devam).
Zamanla bambaşka bir kız olmaya başladım. Önceleri,
içine kapanık, mutsuz, öfkeliyken, sonraları kendini beğenmiş, kibirli ve
sosyal biri olup çıktım! Ne de olsa hayatta tek başına ayakta kalmanın kendine
has kuralları vardır. Yırtıcı hayvanlar gibi rekabet eden, en yakın arkadaşının
kuyusunu kazan ve güç savaşını kıran kırana oynayan reklâmcılar dünyası
kuralların dışına çıkanları asla affetmez. Böylece meslektaşlarım sayesinde
gece gördüklerimden korkmamayı öğrendim! Çünkü kesinlikle birlikte çalıştığım
reklamcılar, bedensiz varlıklardan daha tehlikeliydiler!
Ve ben içimde farklı sesler duymaya başladım. Biri
her gece yatmadan dua okuyan o küçük kızın sesi; diğeri soğuk, hissiz ve
kibirli olmaktan gurur duyan bir reklamcının sesi; bunlarla birlikte tanıdık
bir ses daha!
Reklamcı:
“Duygusal olmayı bir kenara bırak! Profesyonelce ve demirden
sinirlerle işine sarıl. Onların silahlarını kap ve kendilerine karşı kullan. Bu
dünyada başka türlü ayakta kalamazsın. Bu senin en doğal hakkın. Fikirlerini
çalıyorlar, seni üç kuruşa çalıştırıyorlar. Psikolojik baskı yapıyor, kendine
güveninle oynuyorlar! Buna bir son verebilirsin! Hepsine haddini
bildirebilirsin!”
Kız çocuğu:
“Sen asla onlardan biri olmazsın. Sen Allah’tan
korkuyorsun. Her zaman korktun!”
Siyah Siluet:
“Merhaba Hatice! Tekrar ben. Benden kaçamazsın, çünkü
ben senim. Ben senin vicdanınım. Aslında yapmak istediklerini yapmadığın zaman
karşına çıkan bir hatırlatıcıyım. Ben senin asıl korkman gerekenlere karşı bir
koruyucuyum! Bunu biliyorsun!”
"(Artık)
şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah'ı âciz
bırakamayacağız, başka yere kaçmakla da elinden kurtulamayacağız.” Cin Suresi
12. Ayet
Yıl
2010...
“Hatice
dün gece seni rüyamda gördüm.”
“Ben
de seni abla. Birlikte yeşillikler içinde yürüyorduk.”
“Evet,
yanımızda simsiyah giyinmiş bir adam daha vardı. Hep birlikte aydınlık bir eve
girdik.”
“Büyük
bir sofraya oturduk ve sana ballı ekmek ikram ettim.”
“Sonra
o adam üzerindeki siyahları çıkarınca, kıyafeti bembeyaz oldu ve nur gibi
ışıldadı!”
“Ve
bana sarıldı!”
“İnanmıyorum
aynı anda aynı rüyayı mı gördük?”
“Allah
hayırlara çıkarsın ablacığım.”
“Hâlâ
kâbus görüyor musun?”
“Hayır.
Uzun zamandır sadece güzel rüyalar görüyorum! Kâbuslar artık geride kaldı.”
“Ancak tevbe edip durumlarını
düzeltenler ve gerçeği açıkça ortaya koyanlar başkadır. Zira ben onların
tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeyi çokça kabul eden ve çokça esirgeyenim.”
Bakara Suresi 160. Ayet
Tuesday, April 10, 2012
KISA DEĞİL
Oturup bir
karara varmak lazım; kararlarımız mı düşüncelerimizin eseridir, düşüncelerimiz
mi kararlarımızın? Acaba çoğu insan önce karar veriyor da sonra mı düşünüyor? Özellikle bu son cümleyi şöyle bir okuyup geçen, üzerine alınmayanlara sesleniyorum!
Evlendikten
sonra, “Ben ne yaptım?” diyenler; moda diye kendine yakışmayan bir kıyafeti
alıp içine sığamayanlar; babasının istediği kariyeri seçip başarısız olanlar;
komşuların gözü gönlü açılsın diye eşyalarını yenileyenler... Başkalarının
basmakalıp düşüncelerine uymak için atılan bütün adımlar, sonra kara kara
düşünmeye neden olurlar. Hani, karar verilmiş seçim yapılmıştır ya artık, rahat
rahat düşünme zamanı gelmiştir. Bence pişman olmak için ayrılan zaman, deneyimlemek
için ayrılmalıdır.
Nasıl mı?
Şöyle:
Bir dört yol
ağzında olduğunuzu düşünün. Orada öylece duruyorsunuz ve yollara bakıyorsunuz.
Birinci yol:
Önünüzde çoğunluğun
tercih ettiği bir ana cadde var. Kalabalık. Şık giyimli insanlar, emin
adımlarla ilerliyor. Caddenin sağlı sollu kaldırımlarında lüks alışveriş
merkezleri sıralanıyor. İşlek mi işlek, ışıltılı mı ışıltılı... Herkes, bir
koşuşturma, hengame içinde. Yüzleri asık, halleri stresli ancak, diğer yolları
seçenlere kıyasla kendilerini daha emniyette hissediyorlar. Başkalarına tepeden
bakan halleriyle en doğru tercihi yaptıklarını düşündükleri açıkça belli. Ne de
olsa ihtişam ve gösteriş onlarda! Hayat sigortaları, evleri, arabaları,
meslekleri...
İkinci yol:
Sağ
tarafınızda çok az kişinin tercih ettiği garip bir patika. Çimleri ve
çalılıkları yemyeşil ancak, ağaçlar o kadar sık ki ilerisi görünmüyor. O yolun
nereye çıktığı da bilinmiyor, çünkü giden geri gelmiyor.
Üçüncü yol:
Sol
tarafınızdaki, yoksulluk caddesi. Ana cadde sakinleri tarafından pek sakince
karşılanmayan insanların mekânı. Yaşam kavgası verenlerin yolu. Sizin onlara
değil, onların size ihtiyaçları var. Oraya giderseniz, ana cadde tarafından bir
dahaki sefere çok zor kabul edileceksiniz. Oraya girerseniz, yoksul caddenin
bir parçası olacaksınız. Açlık, sefalet, şiddet, hastalık kol geziyor. Umutsuz
bakışlar, ağlak suratlar ve öfkeli sesler ilk anda fark ediliyor; tebessümleri
görebilmeniz içinse çok dikkatli bakmanız gerek. Yardım edebileceğiniz birkaç
çocuk orada oturmuş, açlıktan ve ilgisizlikten ağlıyor!..
Dördüncü yol:
Arkanıza
dönüp baktığınızda, umursamayanların ara caddesini görüyorsunuz. Eğlence ve
zevkle dolu bir sefahane. Hiçbir kural yok, amaç yok, uğraşı yok! Vur patlasın,
çal oynasın... Kahkahalar yükseliyor, kadehler tokuşturuluyor. Uyuşmuş
beyinler, gevşemiş bedenleriyle sağdan sola savruluyor. Kimisi artık
eğlenmekten bile sıkılmış, ortama uyum sağlamanın peşinde! Yine de diğer
yollara gözlerinin ucuyla bile bakmıyorlar.
Şimdi siz
olsanız oturup ne kadar düşünürsünüz, ne düşünürsünüz, neye karar verirsiniz.
Hangi yoldan ilerlersiniz? Karar vermeden düşünmeye akıl; karar verdikten sonra
düşünmeye pişmanlık denir. Ancak bu noktada benim merak ettiğim bir şey var.
Bütün olasılıkları gözden geçirip, onları biraz biraz deneyimleyip ona göre yol
almak için ömrümüz kısa mı sizce? Neden
insanlar nihai kararlarını o dört yol ağzında bakarken veriyorlar?
Burada çok
önemli bir ayrıntı var. Sizlere kararsız olun demiyorum asla! Kararsızlık, insanları
yoldan yola savurur. Hiçbir seçimde mutlu kılamaz. Her seçimin kötü yanlarını
yaşamaktan, iyi taraflarını görmeye fırsat kalmaz. Kaybolup gitme, gerçek yolu
şaşırma tehlikesi çok yüksektir. Bir orada bir burada derken avare kalınabilir.
Bu yanlış seçim yapmaktan bile kötüdür. Biliyorum, insanları da bu korkutur
zaten! O yüzden basmakalıp düşüncelere sığınırlar. “Kaybolmaktansa, sıkışmak
iyidir.” derler kimi zaman; ama bu olsa olsa kötünün iyisidir. Önce karar verip
sonra düşünmenin başlangıcıdır. Bense insanların ne kaybolmasını ne de
sıkışmasını istemem.
Ben olsam
önce ana caddeye çıkarım. İyi bir okul, iyi bir kariyer derken, çok para ile
birikim yaparım! (Bu noktada bırakmak zordur ama) Bütün bunları cebime koyar,
ikinci yola -yardım edebileceklerime- koşarım. Ceplerimdekileri onlarla
paylaşırım. Gözlerindeki gülümsemeyi görürüm. Güveni, sevgiyi, yardımlaşmayı
tadarım. Ceplerim boşalmaya başladığında, yardım ettiklerim başka cebi dolular
peşinde koşarlar. Alınmam. Sıra diğer yola gelmiştir. Geriye döner vur
patlasın, çal oynasın caddesinde keyif
çatarım. Stres atarım.
En sonunda merakım ağır basar, sağdaki patikanın sonu
nereye çıkıyor, bakarım. En çok bu patikadan keyif alırım. Giden neden geri
dönmüyor anlarım. Patikada ilerledikçe güller, karadutlar, çilekler serilir
ayaklarımın altına. Bir pınar vardır ilerde, suyu soğuk, içimi tatlı; kana kana
içerim! Bir at vardır koşumsuz, özgür, heyecanlı; biner dört nala koşarım. Bir
dağ görürüm, ulu; çıkarım dağın zirvesine, o dört yolu seyre dalarım. Anlarım
ki o dört yol ağzında dikiliyorken değil, burada dağın zirvesinde oturuyorken
“düşünmek” gerekmektedir.
Sonra
kendime döner, şu soruyu sorarım; “Şimdi ne tarafa gitsem acaba?”
SORU: “NE HAKKINDA YAZIYORSUNUZ?”
CEVAP: “YAZSAM, OKUR MUSUNUZ?”
Bir soruyla karşılaşırsam, cevabını veririm. Öyle ya da böyle… Siz fark edin ya da etmeyin… Cevabı alırsınız. Pür, paldırküldür, ağzımdan çıkan bir sözdür; çoğu zaman kağıttaki sözcüktür. Önyargılı değilseniz, ne demek istediğimi anlarsınız. Peki önyargılı olmamayı başarabilir misiniz? Duygu dağarcıklarımız çakışmıyorsa, kendinizi yeni bir duyguya açabilir misiniz? İşte ben bunu merak ediyorum. Sadece hissetmenin değil, hissettirmenin de peşindeyim. Sizi fikrimin cezbine çekmeye çalışmam, fikrinizde beni cezbedecek ne var diye bakarım. Sorulara verdiğim cevap bildiğimden değil, tam olarak ne bilmek istediğinizi merak ettiğimdendir. Ne mi saçmalıyorum? Ne mi anlatmak istiyorum? Size ne?!
Asıl soru siz ne anlamak istiyorsunuz? Nereye kadar anlayabilirsiniz? Neyi merak ediyorsunuz? Neyle uğraşıyor, neye nasıl tepki veriyorsunuz? Hangi hakla, neyi sorguluyorsunuz? Ya da asıl sorgulamanız gerekenlerden nelerin uğruna vazgeçiyorsunuz? Haddiniz ne, haddinizi aştırtan ne? Yanlışın peşinden nereye kadar gidiyorsunuz? Doğruyu neden bırakıyorsunuz? Benden olanı ne kadar taşıyorsunuz? Bana nereye kadar benziyor, hangi noktada benden ayrılıyorsunuz? Ruhunuzu nereye hapsediyorsunuz? Benim hayatıma girecekseniz, ayaklarınızı neden paspasta temizlemiyorsunuz? Kaderin ne kadarında varsınız? Bunun ne kadar farkındasınız? Sizin için yapabileceğim, yazabileceğim ne var? Kendim için yapabileceğim ne var, sizde bir ipucu bulabilir miyim?
Şimdi bu kadar soru içinde…. Demek ben “Ne hakkında yazıyorum” hah?
Siz şimdiye kadar benim merak ettiklerime cevap verebildiniz mi? Tek birine bile gerçekten cevap verebildiğinizi sanmıyorum. Ben size soruyor muyum be kardeşim, “Ne yaşıyorsunuz?” diye! Karşınıza geçip tek cümlelik cevap bekliyor muyum ayaküstü? Ben sizin bir bakışınızı özümserim de sizin ruhunuz duymaz. İçinizde kopan fırtınaları gözlemlerim ama gözünüze sokmam. Ben sizin acılarınızı anlarım fakat, her anladığımda rakı sofrasında dertleşmem. Sizi kendimden bulurum ama kendimi size tanıtmaya uğraşmam. Bir gün olur belki, denk gelirsiniz yazdıklarımdan birine, “aynı beni anlatmış” dersiniz ama hâlâ bir sonraki kitapta ne hakkında yazacağımı merak edersiniz. Merakla derdim yoktur, yanlış anlamayın! Ben de sizin yarın bir gün ne yaşayacağınızı merak ederim ama, bunu size sormam.
Şunu da belirtmeliyim ki, böyle sorguya çekemeyeceğiniz kadar masumum. Ben yüreğime sığdıramadıklarımın gazını alıyorum kelimelerimle. Canımı nerelerde oyaladıysam, aklımı nerede bıraktıysam, onları oralardan geri çağırıp, oturuyorum kağıdın başına. Derdinizi derdim yapıyorum, korkunuzu korkumla anlıyorum, aşkınızı aşkımla tamamlayıp, “Bakın ben bunu yazarken oyalandım, alın siz de okurken oyalanın.”diyorum. Zahmet edip okumazsanız okumayın! Ama karşıma geçip sormaya da kalkmayın! Sonra tutar, size bu soruyu sorduran içinizdeki zayıf, aciz duyguları dökerim kağıtlara, sererim herkesin gözü önüne, mahreminiz kalmaz!
CEVAP: “YAZSAM, OKUR MUSUNUZ?”
Bir soruyla karşılaşırsam, cevabını veririm. Öyle ya da böyle… Siz fark edin ya da etmeyin… Cevabı alırsınız. Pür, paldırküldür, ağzımdan çıkan bir sözdür; çoğu zaman kağıttaki sözcüktür. Önyargılı değilseniz, ne demek istediğimi anlarsınız. Peki önyargılı olmamayı başarabilir misiniz? Duygu dağarcıklarımız çakışmıyorsa, kendinizi yeni bir duyguya açabilir misiniz? İşte ben bunu merak ediyorum. Sadece hissetmenin değil, hissettirmenin de peşindeyim. Sizi fikrimin cezbine çekmeye çalışmam, fikrinizde beni cezbedecek ne var diye bakarım. Sorulara verdiğim cevap bildiğimden değil, tam olarak ne bilmek istediğinizi merak ettiğimdendir. Ne mi saçmalıyorum? Ne mi anlatmak istiyorum? Size ne?!
Asıl soru siz ne anlamak istiyorsunuz? Nereye kadar anlayabilirsiniz? Neyi merak ediyorsunuz? Neyle uğraşıyor, neye nasıl tepki veriyorsunuz? Hangi hakla, neyi sorguluyorsunuz? Ya da asıl sorgulamanız gerekenlerden nelerin uğruna vazgeçiyorsunuz? Haddiniz ne, haddinizi aştırtan ne? Yanlışın peşinden nereye kadar gidiyorsunuz? Doğruyu neden bırakıyorsunuz? Benden olanı ne kadar taşıyorsunuz? Bana nereye kadar benziyor, hangi noktada benden ayrılıyorsunuz? Ruhunuzu nereye hapsediyorsunuz? Benim hayatıma girecekseniz, ayaklarınızı neden paspasta temizlemiyorsunuz? Kaderin ne kadarında varsınız? Bunun ne kadar farkındasınız? Sizin için yapabileceğim, yazabileceğim ne var? Kendim için yapabileceğim ne var, sizde bir ipucu bulabilir miyim?
Şimdi bu kadar soru içinde…. Demek ben “Ne hakkında yazıyorum” hah?
Siz şimdiye kadar benim merak ettiklerime cevap verebildiniz mi? Tek birine bile gerçekten cevap verebildiğinizi sanmıyorum. Ben size soruyor muyum be kardeşim, “Ne yaşıyorsunuz?” diye! Karşınıza geçip tek cümlelik cevap bekliyor muyum ayaküstü? Ben sizin bir bakışınızı özümserim de sizin ruhunuz duymaz. İçinizde kopan fırtınaları gözlemlerim ama gözünüze sokmam. Ben sizin acılarınızı anlarım fakat, her anladığımda rakı sofrasında dertleşmem. Sizi kendimden bulurum ama kendimi size tanıtmaya uğraşmam. Bir gün olur belki, denk gelirsiniz yazdıklarımdan birine, “aynı beni anlatmış” dersiniz ama hâlâ bir sonraki kitapta ne hakkında yazacağımı merak edersiniz. Merakla derdim yoktur, yanlış anlamayın! Ben de sizin yarın bir gün ne yaşayacağınızı merak ederim ama, bunu size sormam.
Şunu da belirtmeliyim ki, böyle sorguya çekemeyeceğiniz kadar masumum. Ben yüreğime sığdıramadıklarımın gazını alıyorum kelimelerimle. Canımı nerelerde oyaladıysam, aklımı nerede bıraktıysam, onları oralardan geri çağırıp, oturuyorum kağıdın başına. Derdinizi derdim yapıyorum, korkunuzu korkumla anlıyorum, aşkınızı aşkımla tamamlayıp, “Bakın ben bunu yazarken oyalandım, alın siz de okurken oyalanın.”diyorum. Zahmet edip okumazsanız okumayın! Ama karşıma geçip sormaya da kalkmayın! Sonra tutar, size bu soruyu sorduran içinizdeki zayıf, aciz duyguları dökerim kağıtlara, sererim herkesin gözü önüne, mahreminiz kalmaz!
SABIR SERGİLE
Allah bana peygamber sabrı vermemiş sonuçta, zorlamamak lazımdı. Yaşadıklarımızın ardından kendimi ona nasıl ifade edeyim bilemedim tabii ki.
Beni kıskandığı uzun zamandır ortadaydı, bunu sadece ben değil, bizi aynı ortamda gören herkes fark ediyordu. Yetenekle ilgili bir mesleğe ya da hobiye gönül verdiyseniz, aynı yola baş koyan insanlar arasında olabilecek çekemezliği o hayli abartmıştı. Bizim resim kursunda Gülten’le yaşadığımız sıkıntının kaynağı buradan başladı. Üstelik ikimiz de bayanız.
Hayat zor. Bense bütün sabrımı hayatın bana çıkardığı zorluklara harcıyorum zaten. Yaşamak bu kadar yorucuyken, bir de üstüne insanların benimle uğraşmasına tahammül edemiyorum, kabul ediyorum. Ancak şimdiye kadar Gülten’e hiç bulaşmamıştım. Sorunlu insanlardan hoşlanmam, onlara bir şey anlatamayacağımı bilirim çünkü. Aynı kurstaki diğer insanlar gibi değildi o. Biz hepimiz birbirimizden hoşlanıp, kurs dışında da faaliyet gösterirken o dokunanın elinde patlayacak bomba gibiydi. Hiç hoş değil. Onun yeteneksiz olması kimsenin suçu değil, kendinin bile...
Bir insanın güzel resimler yapabilmesi için, kendiyle ya da insanlarla değil, düzenle ve yaşadığı haksızlıklarla problemi olması gerektiğini düşünmüşümdür her zaman. Yetenek aşk işi çünkü, tutku ve birikim işi. En iyi ressamlar, çizgilerinin içinde çizgi ötesini gösterebilenlerdir. Kendini sınırlara hapseden ve nefretle beslenen birinin anlayamayacağı bir göz oluyor onlarda. Yanlış anlamayın ben iyi bir ressamım demiyorum. Henüz bir öğrenciyim ama en azından resim tuvali benim için problem yaratma noktası değil, problemlerimi yansıtma tahtası. Üzüldüm mü, kırıldım mı, şaşırdım mı hepsi orada. Dilimde değil. Diğer tuvallerde ne var diye bakmıyorum ben, benim tuvalimde ne olmalı diye bakıyorum. Oraya çizdiklerim öyle ya da böyle benimle ilgili. O yüzden diğer insanlara farklı geliyor olabilir resimlerim. Bu durumun bir insanla problem yaratabiliyor olması çok garip değil mi?
Sadede gelecek olursam, geçen hafta benim de canım sıkkın olduğu için, nasıl diyeyim, ters tarafıma geldi Gülten. Belki sabır gösterip alttan almam gerekirdi ancak dediğim gibi, kimseyi idare edebilecek halde değildim. Keşke şansını ve sabrımı fazla zorlamasaydı.
Geçen hafta, 2 yıllık atölye çalışmalarının sonunda yaptıklarımızı muhteşem bir sergi ile görücüye çıkardık. Bize ders veren hocamız Adnan Bey, Türkiye’nin önde gelen resamlarından bir olduğu için medya tarafından da takip edilen bir sergiydi bu. Herkes bizden iyi şeyler bekliyordu ve zaten atölyenin başarısı ortadaydı. Birbirinden gözalıcı eserler, birbirinden güzel renk ve çizgilerle, gelenleri pişman etmediler.
Kimi arkadaşlarımın tuvalleri birer birer satılmış. Bu sevinci hemen benimle paylaştılar. Resimden elde edilen ilk gelirleri kimbilir ne kadar tatlıydı. Lotodan büyük ikramiye çıksa, bu gururla boy ölçüşebilir mi? Bense uçar gibi resimlerin arasında dolaşıyordum. Bu tip durumlarda biraz çocuksulaşırım. Mutluluğumu saklamaya gerek görmem. Başarılı arkadaşlarımı tebrik etmek için can atarım. O ruh hali içinde hocalarımızın yanına gittim. Sohbet muhabbet etmek için. Gülten de oradaymış. Hocamız Adnan Bey’le konuşuyordu.
Gülten:
“Benim 3 eserim satıldı. Hocam hani şu sizin beğenmedikleriniz var ya, onlar!”
Adnan Bey:
“Tebrik ederim Gülten. Ancak söylediğim noktalara dikkat etmelisin. Bak Esra ona söylediğim her uyarıya kulak veriyor. Kendinizi ancak böyle geliştirebilirsiniz.”
Bütün gözler bana döndü bir anda. Öyle ya Esra bendim. ‘Ah hocam ne yaptın sen ya?’ diye geçirdim içimden ancak çok geçti.
Gülten:
“Esra? Senin kaç eserin satıldı tatlım?”
Bu soruyu sorma amacı ve yüz ifadesi beni rahatsız ediyordu. Rekabet ortamlarından hiç hoşlanmıyordum. Kaç tane eserimin satıldığı hiç umurumda değildi. Resimlerimi inceleyenlerin gözlerindeki bakışı, duygu selini görmeye gelmiştim buraya.
“Bilmiyorum. Belki hiç satılmamıştır.” dedim.
Aslında birilerinin resimlerimle ilgilendiklerini görmüştüm ancak, satın aldılar mı diye dikkat etmemiştim. O sırada mümkün olduğu kadar çok davetli ile konuşma peşindeydim. Yorumlarla ilgileniyordum.
Gülten:
“Siz bazı öğrencilerinizi kayırıyorsunuz ama, sonuç hiç de sizin sandığınız gibi değil işte. Esra’nın aklı fikri cinlikte. Sabahtan beri bir köşede şuradaki yakışıklı gençle konuşuyor.”
Had çizgisini ilk aşan o olmuştu, ne yazık ki devamını da getirdi. Güya şaka yapmış gibi gülüyordu. İzin isteyip oradan ayrıldım. Ancak, gecenin rengi değişmişti bir kere. Birden ilk sergimle ilgilenmeyen ailem aklıma geldi. Herkesin eşi dostu, akrabası gelmişken, benimkiler ortada yoktu. Lavaboya gittim. Daha sonra satış görevlisinin yanında aldım soluğu. Beni görünce kocaman gülümsedi:
“Esra neredesin? Eserlerin satış patlaması yaptı diyebilirim. Şimdiye kadar 6 tanesi gitti, birkaçı da ayırtıldı.”
Öğrendim ki resimlerimin ikisini aynı kursta olduğum arkadaşlarım satın almış. İsteseler seve seve hediye edeceğim kişiler... Evet öyle ya, dostlarım da vardı benim. Sevinerek tekrar hocamın yanına gittim. Teşekkür etmek için.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Gülten de durumu öğrenmiş olacak ki, tekrar karşıma geçti.
Gülten:
“Demek kaç tane eserinin satıldığını bilmiyordun hah? Senin yüzünden Adnan Bey’in yanında küçük düştüm.”
“Kaç kişi resimlerini beğendi, yorumları ne oldu desen, verecek cevabım vardı ama satış rakamını bilmiyordum.”
Gülten:
“Bir sanatçı bu kadar küstah olmamalı. Kendini beğenmişliğin üzerinden akıyor.”
“Gülten senin şu an benim arkamdan konuşuyor olman gerekmiyor muydu? Senin bu kadar yüreklice karşıma çıktığını görmemiştim şimdiye kadar. Bu dedikodu yapmaya benzemez. Benim de verecek cevabım vardır sana!”
Gülten:
“Kendini ne sanıyorsun sen?” diyerek üste çıkmaya çalıştı.
“Mahalle kadını cümlelerin eksikti, tam oldu!” diye cevap verdim.
Tartışma başlamıştı bir kere. Söz duellosu bir anda alevlendi. Gülten’in herkesin önünde ettiği hakaretlerin haddi hesabı yoktu. Hoş, zaten Gülten’in bile haddi yoktu... O an anladım ki sabır bende olmayan bir özellik ve azıcık bir şey mevcutsa bile hemen taşıyor!
Kavgada yumruk sayılmaz deyiminin aklıma gelmesiyle...
Ertesi gün gazetelerde, ne Adnan Bey’in atölyesinin başarısı, ne kursiyerlerin resimleri, ne de kaç tuvalin satıldığı bilgisi vardı. Tartışmayı kavgaya çevirmesek kimsenin dikkatini çekmeyebilirdik ama manşet aynen şöyleydi:
“DÜN GECE TUVALLER MORA DÖNDÜ!”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi,
Beni kıskandığı uzun zamandır ortadaydı, bunu sadece ben değil, bizi aynı ortamda gören herkes fark ediyordu. Yetenekle ilgili bir mesleğe ya da hobiye gönül verdiyseniz, aynı yola baş koyan insanlar arasında olabilecek çekemezliği o hayli abartmıştı. Bizim resim kursunda Gülten’le yaşadığımız sıkıntının kaynağı buradan başladı. Üstelik ikimiz de bayanız.
Hayat zor. Bense bütün sabrımı hayatın bana çıkardığı zorluklara harcıyorum zaten. Yaşamak bu kadar yorucuyken, bir de üstüne insanların benimle uğraşmasına tahammül edemiyorum, kabul ediyorum. Ancak şimdiye kadar Gülten’e hiç bulaşmamıştım. Sorunlu insanlardan hoşlanmam, onlara bir şey anlatamayacağımı bilirim çünkü. Aynı kurstaki diğer insanlar gibi değildi o. Biz hepimiz birbirimizden hoşlanıp, kurs dışında da faaliyet gösterirken o dokunanın elinde patlayacak bomba gibiydi. Hiç hoş değil. Onun yeteneksiz olması kimsenin suçu değil, kendinin bile...
Bir insanın güzel resimler yapabilmesi için, kendiyle ya da insanlarla değil, düzenle ve yaşadığı haksızlıklarla problemi olması gerektiğini düşünmüşümdür her zaman. Yetenek aşk işi çünkü, tutku ve birikim işi. En iyi ressamlar, çizgilerinin içinde çizgi ötesini gösterebilenlerdir. Kendini sınırlara hapseden ve nefretle beslenen birinin anlayamayacağı bir göz oluyor onlarda. Yanlış anlamayın ben iyi bir ressamım demiyorum. Henüz bir öğrenciyim ama en azından resim tuvali benim için problem yaratma noktası değil, problemlerimi yansıtma tahtası. Üzüldüm mü, kırıldım mı, şaşırdım mı hepsi orada. Dilimde değil. Diğer tuvallerde ne var diye bakmıyorum ben, benim tuvalimde ne olmalı diye bakıyorum. Oraya çizdiklerim öyle ya da böyle benimle ilgili. O yüzden diğer insanlara farklı geliyor olabilir resimlerim. Bu durumun bir insanla problem yaratabiliyor olması çok garip değil mi?
Sadede gelecek olursam, geçen hafta benim de canım sıkkın olduğu için, nasıl diyeyim, ters tarafıma geldi Gülten. Belki sabır gösterip alttan almam gerekirdi ancak dediğim gibi, kimseyi idare edebilecek halde değildim. Keşke şansını ve sabrımı fazla zorlamasaydı.
Geçen hafta, 2 yıllık atölye çalışmalarının sonunda yaptıklarımızı muhteşem bir sergi ile görücüye çıkardık. Bize ders veren hocamız Adnan Bey, Türkiye’nin önde gelen resamlarından bir olduğu için medya tarafından da takip edilen bir sergiydi bu. Herkes bizden iyi şeyler bekliyordu ve zaten atölyenin başarısı ortadaydı. Birbirinden gözalıcı eserler, birbirinden güzel renk ve çizgilerle, gelenleri pişman etmediler.
Kimi arkadaşlarımın tuvalleri birer birer satılmış. Bu sevinci hemen benimle paylaştılar. Resimden elde edilen ilk gelirleri kimbilir ne kadar tatlıydı. Lotodan büyük ikramiye çıksa, bu gururla boy ölçüşebilir mi? Bense uçar gibi resimlerin arasında dolaşıyordum. Bu tip durumlarda biraz çocuksulaşırım. Mutluluğumu saklamaya gerek görmem. Başarılı arkadaşlarımı tebrik etmek için can atarım. O ruh hali içinde hocalarımızın yanına gittim. Sohbet muhabbet etmek için. Gülten de oradaymış. Hocamız Adnan Bey’le konuşuyordu.
Gülten:
“Benim 3 eserim satıldı. Hocam hani şu sizin beğenmedikleriniz var ya, onlar!”
Adnan Bey:
“Tebrik ederim Gülten. Ancak söylediğim noktalara dikkat etmelisin. Bak Esra ona söylediğim her uyarıya kulak veriyor. Kendinizi ancak böyle geliştirebilirsiniz.”
Bütün gözler bana döndü bir anda. Öyle ya Esra bendim. ‘Ah hocam ne yaptın sen ya?’ diye geçirdim içimden ancak çok geçti.
Gülten:
“Esra? Senin kaç eserin satıldı tatlım?”
Bu soruyu sorma amacı ve yüz ifadesi beni rahatsız ediyordu. Rekabet ortamlarından hiç hoşlanmıyordum. Kaç tane eserimin satıldığı hiç umurumda değildi. Resimlerimi inceleyenlerin gözlerindeki bakışı, duygu selini görmeye gelmiştim buraya.
“Bilmiyorum. Belki hiç satılmamıştır.” dedim.
Aslında birilerinin resimlerimle ilgilendiklerini görmüştüm ancak, satın aldılar mı diye dikkat etmemiştim. O sırada mümkün olduğu kadar çok davetli ile konuşma peşindeydim. Yorumlarla ilgileniyordum.
Gülten:
“Siz bazı öğrencilerinizi kayırıyorsunuz ama, sonuç hiç de sizin sandığınız gibi değil işte. Esra’nın aklı fikri cinlikte. Sabahtan beri bir köşede şuradaki yakışıklı gençle konuşuyor.”
Had çizgisini ilk aşan o olmuştu, ne yazık ki devamını da getirdi. Güya şaka yapmış gibi gülüyordu. İzin isteyip oradan ayrıldım. Ancak, gecenin rengi değişmişti bir kere. Birden ilk sergimle ilgilenmeyen ailem aklıma geldi. Herkesin eşi dostu, akrabası gelmişken, benimkiler ortada yoktu. Lavaboya gittim. Daha sonra satış görevlisinin yanında aldım soluğu. Beni görünce kocaman gülümsedi:
“Esra neredesin? Eserlerin satış patlaması yaptı diyebilirim. Şimdiye kadar 6 tanesi gitti, birkaçı da ayırtıldı.”
Öğrendim ki resimlerimin ikisini aynı kursta olduğum arkadaşlarım satın almış. İsteseler seve seve hediye edeceğim kişiler... Evet öyle ya, dostlarım da vardı benim. Sevinerek tekrar hocamın yanına gittim. Teşekkür etmek için.
Gecenin ilerleyen saatlerinde Gülten de durumu öğrenmiş olacak ki, tekrar karşıma geçti.
Gülten:
“Demek kaç tane eserinin satıldığını bilmiyordun hah? Senin yüzünden Adnan Bey’in yanında küçük düştüm.”
“Kaç kişi resimlerini beğendi, yorumları ne oldu desen, verecek cevabım vardı ama satış rakamını bilmiyordum.”
Gülten:
“Bir sanatçı bu kadar küstah olmamalı. Kendini beğenmişliğin üzerinden akıyor.”
“Gülten senin şu an benim arkamdan konuşuyor olman gerekmiyor muydu? Senin bu kadar yüreklice karşıma çıktığını görmemiştim şimdiye kadar. Bu dedikodu yapmaya benzemez. Benim de verecek cevabım vardır sana!”
Gülten:
“Kendini ne sanıyorsun sen?” diyerek üste çıkmaya çalıştı.
“Mahalle kadını cümlelerin eksikti, tam oldu!” diye cevap verdim.
Tartışma başlamıştı bir kere. Söz duellosu bir anda alevlendi. Gülten’in herkesin önünde ettiği hakaretlerin haddi hesabı yoktu. Hoş, zaten Gülten’in bile haddi yoktu... O an anladım ki sabır bende olmayan bir özellik ve azıcık bir şey mevcutsa bile hemen taşıyor!
Kavgada yumruk sayılmaz deyiminin aklıma gelmesiyle...
Ertesi gün gazetelerde, ne Adnan Bey’in atölyesinin başarısı, ne kursiyerlerin resimleri, ne de kaç tuvalin satıldığı bilgisi vardı. Tartışmayı kavgaya çevirmesek kimsenin dikkatini çekmeyebilirdik ama manşet aynen şöyleydi:
“DÜN GECE TUVALLER MORA DÖNDÜ!”
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi,
Wednesday, March 07, 2012
UMUTSUZ VAKA
Bir; eşimi severek evlendim.
İki; boğazına düşkün biri değilimdir.
Bu iki konuyu özellikle vurgulamak istedim çünkü, boşanmamın nedeni bunlardan biri değil. Sizinle uzun uzadıya dertleşmek, başımdan geçenleri gün be gün anlatmak istiyorum. Kısaca, “Karım yemekleri çok tuzlu yaptığı için anlaşamadık.” dersem, muhtemelen benden nefret edeceksiniz. Ama yargılamadan önce lütfen beni bir dinleyin. İçimi boşaltmaya öyle ihtiyacım var ki...
Dediğim gibi severek evlendim, karıma deliler gibi âşıktım. Yıllarca yuva kurmak için uygun şartları bekledik. Kariyerimi, geleceğimi her şeyimi bu evliliğin etrafında inşa ettim. Hayatımın odak noktası eşim oldu her zaman. Tanışma, nişanlanma ve evlenme dönemlerimiz çok güzel geçti, çünkü o zamanlar hiç yemek yapmamıştı.
Her şey balayından dönmemizle başladı. Mutfağa girdiği o ilk günü hiç unutmuyorum. Saatlerce en sevdiğim yemekler için emek verdi. Heyecanla sofranın başına oturdum. Karımla yeni evimizde ilk yemeğimizdi. Ağzıma aldığım bir kaşık çorbayla kalakaldım. Ne yutabiliyor ne de tükürebiliyordum. Hani bazı insanlar tuzlu yemeyi sever de tuzu çok atar ya öyle düşünmeyin! Kimsenin yiyemeyeceği kadar tuzlu bir çorba hayal edin, mübalâğa yapmama izin verirseniz, tuz gölüne çorba dökülmüş gibiydi diyebilirim.
Bir an eşimle göz göze geldik. O halinden memnun görünüyor, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Belli ki ilk yaptığı yemek için iltifat bekliyordu. Doğal olarak ortada yanlışlık olduğunu, bir şeyler ters gittiği için tuzu bu kadar attığını düşündüm. Hem çorba tuzlu olmuşsa ne olmuştu ki, olurdu böyle şeyler. Belki de ilk kez yemek yapıyordu. Bir dahakine az tuz atardı, bu ilk yemek de birkaç güne unutulur giderdi. Böyle olması gerekirdi değil mi? Arada şakalaşarak konu kapanırdı değil mi? İnanın tamamen bu düşüncelerle, gülümseyerek:
“Hayatım evde tuz kaldı mı? Hepsi bu çorbanın içinde mi yoksa?” dedim.
O da bana gülümseyerek cevap verdi. İçten içe bana kızmış (Pardon o kızmazmış, olsa olsa kırılırmış.) olabileceğini düşünemedim bile, o gülümsemenin ardındaki tehlikeyi fark edemedim. Eşim bana ikinci tabağımı hazırlarken, salatadan bir çatal alayım dedim. Aman Allah’ım o ne? Salata da çorba kadar tuzluydu, evdeki tuzun hepsi belli ki çorbaya konulmamıştı. Elim hemen su bardağına gitti. Suyumu içerken eşim önüme tabağımı koymuştu. Bezelyeler de çok tuzluydu ve karşımda benim iştahla yemek yememi bekleyen bir eşim vardı.
“Hayatım yemekler çok güzel ancak neden bu kadar çok tuz attın?” deyiverdim. Bunu söylerken kendimi patavatsız, kırıcı ya da düşüncesiz hissetmiyordum. Amacım karşımdakini yaralamak değildi. Zaten böyle basit bir konuda ve sadece bu sözlerle karşıdakinin yaralanabileceği kimin aklına gelir?
“Canım benim yemekler tuzlu değil, sen çok tuzsuz yemişsin şimdiye kadar. Aslında olması gereken miktar bu!” dedi. Ben hâlâ ortada basit ve kolayca çözülebilecek ve bir daha karşımıza çıkmayacak bir olay olduğunu düşünüyordum. O gün yemek konusu böylece kapandı.
Ertesi akşam işten eve gelince, çok açtım. Ama bir yumurta bile kırsa doyar, televizyonun başına geçerdim. Oysaki muhteşem bir sofra ve çok tuzlu yemekler beni bekliyordu. Bu sefer eşim servis yaparken havada gergin bir elektrik olduğunu hissettim. Oradan buradan bahsediyor ve gülümsüyor gibi yapıyordu ama bir gün önce yemeklerini yemediğim için belli ki kırılmıştı. Herhalde bana çok kızdı, rövanş almak için bu kadar tuzlu yemek yaptı, diye düşünerek elimden geldiğince yemeğimi yemeye çalıştım. Ne kadar su ve ekmek tükettiğimi tahmin bile edemezsiniz. Midem bulanıyordu ama karımın gönlünü almak zorundaydım. Yemekten sonra eşime, “Hayatım eline sağlık. Yemekler çok güzel olmuş. Belki sen kararında tuz atıyorsundur ancak, ben tuzu çok sevmem. Bir dahakine daha az tuz atar mısın?” diye elimden geldiğince nazik konuştum. Bu sefer hem teşekkür hem de iltifat ettiğim için durumu kurtarmıştım, zekice bir manevrayla konuyu da çözmüş olduğumu düşünüyordum. Bir dahaki yemekler kararında ya da yenilebilecek kadar tuzlu olacaktı, inşallah...
Ertesi gün… Önümde daha tuzlu yemekler duruyordu ve benim yemeye niyetim yoktu. Eşime baktım, o her şey normalmiş gibi önündeki yemeği yiyor, göz ucuyla da beni süzüyordu, yiyecek miyim diye!
“Hayatım sana tuzu sevmem demiştim ya, bu yemekler dünkünden daha tuzlu olmuş. Neden?”
“Yanlışlıkla kaçtı canım. Bir dahakine daha az tuz atarım.” dedi.
Kendime menemen yapıp yedim. Bence hâlâ ortada sorun yoktu. Eşim yanlışlıkla yemeğe fazla tuz atmıştı ve ertesi gün ben rahatça yemek yiyebilecektim. Yemek saatleri dışında eşimle aramızda hiçbir sorun yoktu. Yeni evliydik, mutluyduk.
Haftalarca önüme aynı tuzlu yemekler konulmaya devam edince, duruma el koymam gerektiğini anladım. Bir hafta sonu eşimle mutfağa girip, beraber yemek yapalım, dedim. Kabul etti. Sıra tuz atmaya gelince, tuzu ben elime alıp:
“Bak aşkım ben sadece bu miktarda tuz seviyorum. Bana bu kadar at, sen fazlasını yemeğini yerken üzerine dökersin nasılsa. Sofrada tuz eklenir ancak, tuzlu yemekten tuz ayıklanmaz.” diye espri bile yapmaya çalıştım.
Yüzünün rengi attı. Öylece dondu, kaldı. Sonra kendini toparladı ve normal ses tonuyla konuştu:
“Ama İbrahim, yemeğe bu kadarcık tuz atınca, tadı olmaz ki! Sana kötü yemek yapmak istemem.”
“Hayatım ben böyle seviyorum. İnan böyle daha iyi benim için. Anlaştık mı?”
Cevap vermeyişinden anlaşamadığımızı anlamalıydım. Ben sofraya tabakları götürürken, gizli gizli bütün yemekleri tuzlamış. Yemeği yerken ilk kez sinirlenmeye başladığımı hissettim. İlk kez yemeğin tuzlu olması, sorun olmaya başladı.
“Hayatım sen benden sonra yemeğe tuz mu attın?”
“Evet İbrahim, içime sinmedi çünkü…”
“Filiz, aşkım ben bu yemeği yemiyorum! Çünkü tuzlu sevmiyorum. Anlatabiliyor muyum?”
Sesimin tonu biraz sert çıkmıştı. Evliliğimizin ilk ayı bitmeden, tuzdan dolayı kızdığıma inanamıyordum. O akşam bana çok kırıldı. Bütün gece benimle konuşmadan yattı. Boynunu büküşüyle, dudağını büzüşüyle, vicdanımı sarsmak istiyor, hiç yoktan yere kızarak onu kırdığımı belli etmeye çalışıyordu.
Ertesi gün Filiz yine çok tuzlu yemekler yapmıştı, yemedim. Artık benimle inatlaşmaya başladığını düşünüyordum. Arada soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Evliliğimizin ilk ve son sorunu böylece kendini gösterdi. Günlerce beni inceden inceye iğneler oldu. Kendimi, olur olmaz sinirlenen, kırıcı biri gibi hissetmemi istiyordu. Benim hakkımda öyle düşünüyordu. Bir gün, kendisi nasıl yiyor anlamıyorum, diye düşünürken Filiz fenalaştı. Hemen hastaneye yetiştirdim. Doktor yüksek tansiyon dedi. Doktora Filiz’in çok tuzlu yemek yaptığını bu yüzden fenalaşmış olabileceğini söyledim. Doktor bana hak verip, onla uzun uzun konuştu. Tuzun zararlarından bahsetti. Filiz ise beni şaşırtan bir cevap verdi:
“Çok tuzlu yaptığımın farkındayım ama tuz miktarını ayarlayamıyorum doktor bey!”
Neredeyse ağlayacaktı. Eşim için çok üzüldüm ve elimden geleni yapmadığımı, onu yeterince bilgilendirmediğimi düşündüm. Gidip ona küçük bir ölçek aldım. Minicik bir kaşık… “Tuzu bunla at, fazla atma.” dedim. Sonra da o ölçeği bir daha görmedim.
Evliliğin ilk ayı bitince evimize hayırlı olsun ziyaretleri başladı. Kimisi ne yazık ki yemekliydi. Hiçbir misafir yemek yiyemiyor, bize yakın olan arkadaşlarımız şaka yollu tuzdan şikâyet ediyordu. Filiz artık öfkesini bastıramaz oldu. Gelenlere sinirleniyor, arkalarından öfkeyle konuşuyordu. Saatlerce insanlar arkasından atıp tutmasını dinliyormuş gibi yapmak zorunda kalıyordum. Yemekleri benim yapmamı kabul etmiyor, dışarıdan eve yemek sipariş edince sorun çıkarıyordu. Bir gün söylediği bir söz beni şaşkına çevirdi:
“Kendimi, yemek yapamıyormuşum gibi hissediyorum İbrahim! Oysaki saatlerce emek veriyorum. Bütün yemeklerin püf noktalarını biliyorum. Ama sonuca bak! Kimse yemiyor. Bu bence büyük saygısızlık! Hele o teyze kızım olacak cadı yok mu? Daha düne kadar yumurta kırmayı bilmiyordu. Şimdi karşıma geçmiş, alaycı alaycı bakıyor. Akıl vermeye kalkıyor. Ondan mı öğreneceğim ben nasıl yemek yapacağımı! Buna sinir oluyorum!”
“Hayatım sorun sadece tuzda!”
“Çok güzel İbrahim sen de onlara hak ver tabii! Git teyzemin kızına, orada ye yemeğini!”
“Filiz lütfen konuyu saptırma. Benim verdiğim ölçeği neden kullanmadın, gösterdiğim miktarı neden atmıyorsun? Bunu sorun yapacak bir şey yok. Tuzu az at bitsin gitsin!”
“Tuzu az atarsam yemek lezzetsiz olur!”
“Filiz kaç kere konuştuk. Lütfen. İnsanlar haklı tuzu az at. Bir kere dene en azından. Yalvarırım. Böyle bir şey sorun bile değil. Kendin yaratıyorsun. Çözümü çok basit… Kendine dert etme. Az tuz, o kadar.”
Her seferinde ‘beni şimdi anladı’ diye düşünürdüm. Oysa bana da yemeği tuzlu yapıyorsun diyorum diye içten içe öfkelenirmiş. Kafasına takmış, doğru oranda tuz attığını düşündüğünden, ona yemeklerinin tuzlu olduğunu söyleyen herkese düşman kesilmiş. Arada bir “Kendimi eksik hissediyorum, beceriksiz hissediyorum.” diye ağlaması bile, birinin ona “Hayır canım sen iyisin.” deme ümidi yüzündenmiş. Çünkü o buları her söylediğinde, ben safca ona ne yapması gerektiğini anlatır ve her seferinde onun aynı tuzlu yemekle karşıma çıkmasından dolayı şaşkınlık yaşardım.
Bir noktadan sonra umudumu kestim, kendi yemeğimi kendim yapar oldum. Filiz’in yaptıklarını yemeden yıllarca birlikte yaşadık. Bir iki kere bana inat olsun diye, bu sefer de hiç tuz atmadan yemek yapıp getirmişti, neredeyse sevincimden alnını öpecektim. Ama bu bile onu çok incitti. Gözüme sokmak istediği, tuzsuz yemek olmayacağıydı. Oysa tuz atmadığı için ben onu yüreklendirmeye çalışıyor, böyle böyle çözüme kavuşuruz diye umuyordum.
Ancak hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Bir gün evde hasta yatıyordum. Kalkıp kendi yemeğimi yapabilecek durumda değildim. İstediğim, sadece ilaçlarımı saatinde almak ve sıcak bir çorba içmekti. Sıcak ve tuzsuz bir çorba… Filiz ise, o gün onun yemeklerini yemek zorunda kalacağıma sevinerek mutfağa geçti. Getirdiği çorba içilemeyecek kadar tuzluydu. Zaten hasta olduğumdan kustum. Ondan başka bir çorba istedim. Hazır çorba yap bana, dedim. Çok bozuldu. O sessiz kavga eder. Konuşmadan dövüşür. Sinirliyse, yürürken arkasından rüzgâr eser resmen. O tavırlarla mutfağa gitti. Tencereyi çanağı birbirine vurduğunu duyuyordum. Yapacağı tek şey az tuz atmaktı. Sadece bu! Getirdiği ikinci çorba daha tuzlu olunca, elime telefonu alıp dışarıya sipariş verdim. İçeri gidip ağladığını duyuyordum ama ilaçlarımı almak için biraz bir şeyler yemeye ihtiyacım vardı. Beni kusturmayacak bir şey yemeliydim. Siparişim gelince, siparişi kapıdan çevirdi. Evet, çorbayı geri gönderdi. Hastaydım, açtım, ilaç içmeliydim ve o kendini düşünüyordu. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Bir arkadaşımı aradım, gelip beni evden aldı. Onun evinde karnımı doyurdum ve iyileşir iyileşmez karımla çok büyük bir kavga ettim. Onu hâlâ seviyorum ama bu evlilik böyle yürümezdi. Artık aynı sofraya bile oturamadığım biriyle evli kalmanın anlamı yoktu, onu boşadım.
İki; boğazına düşkün biri değilimdir.
Bu iki konuyu özellikle vurgulamak istedim çünkü, boşanmamın nedeni bunlardan biri değil. Sizinle uzun uzadıya dertleşmek, başımdan geçenleri gün be gün anlatmak istiyorum. Kısaca, “Karım yemekleri çok tuzlu yaptığı için anlaşamadık.” dersem, muhtemelen benden nefret edeceksiniz. Ama yargılamadan önce lütfen beni bir dinleyin. İçimi boşaltmaya öyle ihtiyacım var ki...
Dediğim gibi severek evlendim, karıma deliler gibi âşıktım. Yıllarca yuva kurmak için uygun şartları bekledik. Kariyerimi, geleceğimi her şeyimi bu evliliğin etrafında inşa ettim. Hayatımın odak noktası eşim oldu her zaman. Tanışma, nişanlanma ve evlenme dönemlerimiz çok güzel geçti, çünkü o zamanlar hiç yemek yapmamıştı.
Her şey balayından dönmemizle başladı. Mutfağa girdiği o ilk günü hiç unutmuyorum. Saatlerce en sevdiğim yemekler için emek verdi. Heyecanla sofranın başına oturdum. Karımla yeni evimizde ilk yemeğimizdi. Ağzıma aldığım bir kaşık çorbayla kalakaldım. Ne yutabiliyor ne de tükürebiliyordum. Hani bazı insanlar tuzlu yemeyi sever de tuzu çok atar ya öyle düşünmeyin! Kimsenin yiyemeyeceği kadar tuzlu bir çorba hayal edin, mübalâğa yapmama izin verirseniz, tuz gölüne çorba dökülmüş gibiydi diyebilirim.
Bir an eşimle göz göze geldik. O halinden memnun görünüyor, meraklı gözlerle bana bakıyordu. Belli ki ilk yaptığı yemek için iltifat bekliyordu. Doğal olarak ortada yanlışlık olduğunu, bir şeyler ters gittiği için tuzu bu kadar attığını düşündüm. Hem çorba tuzlu olmuşsa ne olmuştu ki, olurdu böyle şeyler. Belki de ilk kez yemek yapıyordu. Bir dahakine az tuz atardı, bu ilk yemek de birkaç güne unutulur giderdi. Böyle olması gerekirdi değil mi? Arada şakalaşarak konu kapanırdı değil mi? İnanın tamamen bu düşüncelerle, gülümseyerek:
“Hayatım evde tuz kaldı mı? Hepsi bu çorbanın içinde mi yoksa?” dedim.
O da bana gülümseyerek cevap verdi. İçten içe bana kızmış (Pardon o kızmazmış, olsa olsa kırılırmış.) olabileceğini düşünemedim bile, o gülümsemenin ardındaki tehlikeyi fark edemedim. Eşim bana ikinci tabağımı hazırlarken, salatadan bir çatal alayım dedim. Aman Allah’ım o ne? Salata da çorba kadar tuzluydu, evdeki tuzun hepsi belli ki çorbaya konulmamıştı. Elim hemen su bardağına gitti. Suyumu içerken eşim önüme tabağımı koymuştu. Bezelyeler de çok tuzluydu ve karşımda benim iştahla yemek yememi bekleyen bir eşim vardı.
“Hayatım yemekler çok güzel ancak neden bu kadar çok tuz attın?” deyiverdim. Bunu söylerken kendimi patavatsız, kırıcı ya da düşüncesiz hissetmiyordum. Amacım karşımdakini yaralamak değildi. Zaten böyle basit bir konuda ve sadece bu sözlerle karşıdakinin yaralanabileceği kimin aklına gelir?
“Canım benim yemekler tuzlu değil, sen çok tuzsuz yemişsin şimdiye kadar. Aslında olması gereken miktar bu!” dedi. Ben hâlâ ortada basit ve kolayca çözülebilecek ve bir daha karşımıza çıkmayacak bir olay olduğunu düşünüyordum. O gün yemek konusu böylece kapandı.
Ertesi akşam işten eve gelince, çok açtım. Ama bir yumurta bile kırsa doyar, televizyonun başına geçerdim. Oysaki muhteşem bir sofra ve çok tuzlu yemekler beni bekliyordu. Bu sefer eşim servis yaparken havada gergin bir elektrik olduğunu hissettim. Oradan buradan bahsediyor ve gülümsüyor gibi yapıyordu ama bir gün önce yemeklerini yemediğim için belli ki kırılmıştı. Herhalde bana çok kızdı, rövanş almak için bu kadar tuzlu yemek yaptı, diye düşünerek elimden geldiğince yemeğimi yemeye çalıştım. Ne kadar su ve ekmek tükettiğimi tahmin bile edemezsiniz. Midem bulanıyordu ama karımın gönlünü almak zorundaydım. Yemekten sonra eşime, “Hayatım eline sağlık. Yemekler çok güzel olmuş. Belki sen kararında tuz atıyorsundur ancak, ben tuzu çok sevmem. Bir dahakine daha az tuz atar mısın?” diye elimden geldiğince nazik konuştum. Bu sefer hem teşekkür hem de iltifat ettiğim için durumu kurtarmıştım, zekice bir manevrayla konuyu da çözmüş olduğumu düşünüyordum. Bir dahaki yemekler kararında ya da yenilebilecek kadar tuzlu olacaktı, inşallah...
Ertesi gün… Önümde daha tuzlu yemekler duruyordu ve benim yemeye niyetim yoktu. Eşime baktım, o her şey normalmiş gibi önündeki yemeği yiyor, göz ucuyla da beni süzüyordu, yiyecek miyim diye!
“Hayatım sana tuzu sevmem demiştim ya, bu yemekler dünkünden daha tuzlu olmuş. Neden?”
“Yanlışlıkla kaçtı canım. Bir dahakine daha az tuz atarım.” dedi.
Kendime menemen yapıp yedim. Bence hâlâ ortada sorun yoktu. Eşim yanlışlıkla yemeğe fazla tuz atmıştı ve ertesi gün ben rahatça yemek yiyebilecektim. Yemek saatleri dışında eşimle aramızda hiçbir sorun yoktu. Yeni evliydik, mutluyduk.
Haftalarca önüme aynı tuzlu yemekler konulmaya devam edince, duruma el koymam gerektiğini anladım. Bir hafta sonu eşimle mutfağa girip, beraber yemek yapalım, dedim. Kabul etti. Sıra tuz atmaya gelince, tuzu ben elime alıp:
“Bak aşkım ben sadece bu miktarda tuz seviyorum. Bana bu kadar at, sen fazlasını yemeğini yerken üzerine dökersin nasılsa. Sofrada tuz eklenir ancak, tuzlu yemekten tuz ayıklanmaz.” diye espri bile yapmaya çalıştım.
Yüzünün rengi attı. Öylece dondu, kaldı. Sonra kendini toparladı ve normal ses tonuyla konuştu:
“Ama İbrahim, yemeğe bu kadarcık tuz atınca, tadı olmaz ki! Sana kötü yemek yapmak istemem.”
“Hayatım ben böyle seviyorum. İnan böyle daha iyi benim için. Anlaştık mı?”
Cevap vermeyişinden anlaşamadığımızı anlamalıydım. Ben sofraya tabakları götürürken, gizli gizli bütün yemekleri tuzlamış. Yemeği yerken ilk kez sinirlenmeye başladığımı hissettim. İlk kez yemeğin tuzlu olması, sorun olmaya başladı.
“Hayatım sen benden sonra yemeğe tuz mu attın?”
“Evet İbrahim, içime sinmedi çünkü…”
“Filiz, aşkım ben bu yemeği yemiyorum! Çünkü tuzlu sevmiyorum. Anlatabiliyor muyum?”
Sesimin tonu biraz sert çıkmıştı. Evliliğimizin ilk ayı bitmeden, tuzdan dolayı kızdığıma inanamıyordum. O akşam bana çok kırıldı. Bütün gece benimle konuşmadan yattı. Boynunu büküşüyle, dudağını büzüşüyle, vicdanımı sarsmak istiyor, hiç yoktan yere kızarak onu kırdığımı belli etmeye çalışıyordu.
Ertesi gün Filiz yine çok tuzlu yemekler yapmıştı, yemedim. Artık benimle inatlaşmaya başladığını düşünüyordum. Arada soğuk rüzgârlar esmeye başladı. Evliliğimizin ilk ve son sorunu böylece kendini gösterdi. Günlerce beni inceden inceye iğneler oldu. Kendimi, olur olmaz sinirlenen, kırıcı biri gibi hissetmemi istiyordu. Benim hakkımda öyle düşünüyordu. Bir gün, kendisi nasıl yiyor anlamıyorum, diye düşünürken Filiz fenalaştı. Hemen hastaneye yetiştirdim. Doktor yüksek tansiyon dedi. Doktora Filiz’in çok tuzlu yemek yaptığını bu yüzden fenalaşmış olabileceğini söyledim. Doktor bana hak verip, onla uzun uzun konuştu. Tuzun zararlarından bahsetti. Filiz ise beni şaşırtan bir cevap verdi:
“Çok tuzlu yaptığımın farkındayım ama tuz miktarını ayarlayamıyorum doktor bey!”
Neredeyse ağlayacaktı. Eşim için çok üzüldüm ve elimden geleni yapmadığımı, onu yeterince bilgilendirmediğimi düşündüm. Gidip ona küçük bir ölçek aldım. Minicik bir kaşık… “Tuzu bunla at, fazla atma.” dedim. Sonra da o ölçeği bir daha görmedim.
Evliliğin ilk ayı bitince evimize hayırlı olsun ziyaretleri başladı. Kimisi ne yazık ki yemekliydi. Hiçbir misafir yemek yiyemiyor, bize yakın olan arkadaşlarımız şaka yollu tuzdan şikâyet ediyordu. Filiz artık öfkesini bastıramaz oldu. Gelenlere sinirleniyor, arkalarından öfkeyle konuşuyordu. Saatlerce insanlar arkasından atıp tutmasını dinliyormuş gibi yapmak zorunda kalıyordum. Yemekleri benim yapmamı kabul etmiyor, dışarıdan eve yemek sipariş edince sorun çıkarıyordu. Bir gün söylediği bir söz beni şaşkına çevirdi:
“Kendimi, yemek yapamıyormuşum gibi hissediyorum İbrahim! Oysaki saatlerce emek veriyorum. Bütün yemeklerin püf noktalarını biliyorum. Ama sonuca bak! Kimse yemiyor. Bu bence büyük saygısızlık! Hele o teyze kızım olacak cadı yok mu? Daha düne kadar yumurta kırmayı bilmiyordu. Şimdi karşıma geçmiş, alaycı alaycı bakıyor. Akıl vermeye kalkıyor. Ondan mı öğreneceğim ben nasıl yemek yapacağımı! Buna sinir oluyorum!”
“Hayatım sorun sadece tuzda!”
“Çok güzel İbrahim sen de onlara hak ver tabii! Git teyzemin kızına, orada ye yemeğini!”
“Filiz lütfen konuyu saptırma. Benim verdiğim ölçeği neden kullanmadın, gösterdiğim miktarı neden atmıyorsun? Bunu sorun yapacak bir şey yok. Tuzu az at bitsin gitsin!”
“Tuzu az atarsam yemek lezzetsiz olur!”
“Filiz kaç kere konuştuk. Lütfen. İnsanlar haklı tuzu az at. Bir kere dene en azından. Yalvarırım. Böyle bir şey sorun bile değil. Kendin yaratıyorsun. Çözümü çok basit… Kendine dert etme. Az tuz, o kadar.”
Her seferinde ‘beni şimdi anladı’ diye düşünürdüm. Oysa bana da yemeği tuzlu yapıyorsun diyorum diye içten içe öfkelenirmiş. Kafasına takmış, doğru oranda tuz attığını düşündüğünden, ona yemeklerinin tuzlu olduğunu söyleyen herkese düşman kesilmiş. Arada bir “Kendimi eksik hissediyorum, beceriksiz hissediyorum.” diye ağlaması bile, birinin ona “Hayır canım sen iyisin.” deme ümidi yüzündenmiş. Çünkü o buları her söylediğinde, ben safca ona ne yapması gerektiğini anlatır ve her seferinde onun aynı tuzlu yemekle karşıma çıkmasından dolayı şaşkınlık yaşardım.
Bir noktadan sonra umudumu kestim, kendi yemeğimi kendim yapar oldum. Filiz’in yaptıklarını yemeden yıllarca birlikte yaşadık. Bir iki kere bana inat olsun diye, bu sefer de hiç tuz atmadan yemek yapıp getirmişti, neredeyse sevincimden alnını öpecektim. Ama bu bile onu çok incitti. Gözüme sokmak istediği, tuzsuz yemek olmayacağıydı. Oysa tuz atmadığı için ben onu yüreklendirmeye çalışıyor, böyle böyle çözüme kavuşuruz diye umuyordum.
Ancak hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Bir gün evde hasta yatıyordum. Kalkıp kendi yemeğimi yapabilecek durumda değildim. İstediğim, sadece ilaçlarımı saatinde almak ve sıcak bir çorba içmekti. Sıcak ve tuzsuz bir çorba… Filiz ise, o gün onun yemeklerini yemek zorunda kalacağıma sevinerek mutfağa geçti. Getirdiği çorba içilemeyecek kadar tuzluydu. Zaten hasta olduğumdan kustum. Ondan başka bir çorba istedim. Hazır çorba yap bana, dedim. Çok bozuldu. O sessiz kavga eder. Konuşmadan dövüşür. Sinirliyse, yürürken arkasından rüzgâr eser resmen. O tavırlarla mutfağa gitti. Tencereyi çanağı birbirine vurduğunu duyuyordum. Yapacağı tek şey az tuz atmaktı. Sadece bu! Getirdiği ikinci çorba daha tuzlu olunca, elime telefonu alıp dışarıya sipariş verdim. İçeri gidip ağladığını duyuyordum ama ilaçlarımı almak için biraz bir şeyler yemeye ihtiyacım vardı. Beni kusturmayacak bir şey yemeliydim. Siparişim gelince, siparişi kapıdan çevirdi. Evet, çorbayı geri gönderdi. Hastaydım, açtım, ilaç içmeliydim ve o kendini düşünüyordu. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Bir arkadaşımı aradım, gelip beni evden aldı. Onun evinde karnımı doyurdum ve iyileşir iyileşmez karımla çok büyük bir kavga ettim. Onu hâlâ seviyorum ama bu evlilik böyle yürümezdi. Artık aynı sofraya bile oturamadığım biriyle evli kalmanın anlamı yoktu, onu boşadım.
Subscribe to:
Posts (Atom)